Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: FELSEFE (FİLOZOF) TAŞI -4-  (Okunma sayısı 7133 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Eylül 03, 2010, 09:05:11 öö
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay

“Yapıcıların reddettikleri taş, köşenin başı oldu. Bu Rabden oldu; ve o, gözlerimizde şaşılacak iştir.”

Mezmurlar 118: 22,23

Efsaneye göre geri kalanların hepsinden daha değerli belli bir Taş, işçiler tarafından mabedin molozuna atılmıştır. Taş’ın değerini bilen Kral Süleyman onun aranıp bulunması emrini vermiş ve Taş sonunda moloz yığınlarının içinde bulunarak biçim verilip Soylu Kemer’in Baş Taşı yapılmıştır.

Bu efsane, anlatılan basit bir tarihsel olay olmak dışında, içinde bir sır barındırmasaydı, kuşaktan kuşağa aktarılmaz, asırlar boyunca hafızalarda kalmazdı. Fakat asıl tuhaf olan kuşakta kuşağa aktarılan ve sonunda oturup yazılan bu hikâyenin anlamını kimsenin bilmemesine rağmen, ilgi çekmeye devam etmesidir. Bu tıpkı “Noel Baba” hikâyesine benzer. Bu hikâye de analiz edildiğinde, Süleyman’ın hikâyesinin başka bir çeşitlemesi olduğu görülür.

Kitabı Mukaddes’in her yerinde bu reddedilen “Taş”tan bahsedilir. Musa şarkılarında ondan bahseder. Yakup onu anlatır. Davut, Süleyman, İşaya ve Zekeriya da öyle. Aynı Taş, müphem bir şekilde Taş’ı İsa ve onun tekrar gelişiyle ilişkilendiren Havarilerce de anılır.

Muhammediler bile Heliogablus (Güneş-Ay; diğer adıyla Hacerulesvet) denilen ve Kâbe’de asılı duran bir Kara Taş’a dair bir efsaneye sahiptir. Bu efsaneye göre Taş Arabistan çölüne gökten düşmüştür ve sonradan Mekke’ye getirilmiştir. O günden beri orada bir saygı ve hayranlık nesnesi olarak kalmıştır. Biz kendimiz yıllarca birçok yeri dolaşıp bu garip efsanenin anlamını çözmeye çalıştık. Çünkü onun derin bir gizemin bir parçası olduğuna inanıyorduk. Sonunda yaşlı ve bilge bir Arap’ın ruhuyla temas kurarak bu sırrı aydınlatabildik. Arap bize bu Kara Taş’ın esasen Hurma ağacı yapraklarıyla, diğer bitkilerin yapraklarından ve bazı otlardan yapıldığını, bu şeyler semavi ışıkların tesiri altında büyüdüğü için Taş’a “Güneş – Ay taşı” adı verildiğini anlattı.

Onun nasıl olup da bir Kara Taş biçimine büründüğüyse tam bir muammadır ve ancak çölün iki daim misafiri tarafından açıklanabilir. Bir deve ve onun binicisi. İlk önce deve bitkileri yer ve yiyecek midede çeşitli işlemlerden geçerek belli bir kimyasal dönüşüme uğrar ve sonra da bir taş halini alır. Bu Taş’ın tesiri Muhammed’e bir rüyada açıklanmıştır.  Bir melek inerek Taş’tan bir parça alıp közlerin içine gömmüştür. Ta ki içi mükemmel bir beyazlığa sahip olan bu taşın dışı kapkara olana kadar. Muhammed bu rüyaya çok sevinmiştir, çünkü Şah Eser İnci’ye sahip olduğunu görmüştür. Bu keşif bundan sonra Muhammedi’lerin büyük zenginlik kaynağı haline gelmiştir, Heliogabalus’a bu kadar saygı göstermelerinde, onun mucizevî bir bağış olduğunu düşünmelerinde ve bütün madenlerin altını olan bu taşın yalnızca ve yalnızca Muhammed’e ait olduğunu düşünmelerinde şaşılacak bir şey var mı?

Bu Taş’ın anlamı ve önemi hem modern Müslümanlar hem modern Hıristiyanlar tarafından unutulmuştur. Her iki dinin taraftarları da Taş’ın gerçek öğretisini, bir tür putperestlikten başka bir şey olmayan dini kişileştirmeler çöplüğünde yitirmiştir. Oysa bu iki dinin taraftarları sadece kendilerinin “gerçek müminler” olduğunu ileri sürmektedir. Oysa bir taş veya tahta tasvire tapmakla veya canlı bir insana veya insan biçimli bir Tanrı’ya tapmak arasında fark var mı? Hıristiyanlar ve Müslümanlar en sıradan anlamda puta tapıcılardır ve şiddetle kınadıkları putperestlerden akıl bakımından bir dirhem ileride değillerdir.

Hem Hıristiyanlara hem Müslümanlara gelen esas vahiyler sadece bu harika Taş’la ilgilidir ve başka bir şeyle ilgili değildir. Fakat her iki dinin taraftarları dini garipliklere öylesine sarılmışlardır ki Felsefe Taşı’nın gerçek anlamına dair en ufak bir idrak sahibi değillerdir ve ne Musa’yı, ne İsa’yı ne Muhammed’i bilirler.

Kutsal kitaplarında taştan bahseden surelerin sadece putların veya peygamberin kalıcılığının ve dayanıklılığının bir sembolü olarak yorumlarlar. Fakat biz daha derinini algılıyoruz ve Taş’ın büyük bir doğal gizem olduğunu ve onun gerçekten açığa çıkarılmasının insanlığın kusursuzlaştırılmasının ve kurtulmasının yolu olduğunu görüyoruz.

Taş, kimi şartlar altında madde suretinde göründüğü için, bizim “ruhani olarak” takıntılı ve metafizik anlamda şaşkın kardeşlerimiz, onu bizzat Dünya’nın Efendisi olarak hak ettiği yere koymaya muhalefet etmektedir. Fakat onlar, eşrafı mahlûkat olan insanın görünür ve maddi bir surette ve yok olacak bir aracın içinde yaratıldığını bile göremezler. Bırakalım, Felsefe Taşı’nın, bir kez kusursuzlaştırıldığında, yok edilemez ve ölümsüz olup deyim yerindeyse insan adanmasına layık bir cisim olduğunu akıl edememeye devam etsinler. O ki kadiri mutlak ve alimi mutlaklığın bir ifadesi olarak “Rab”  diye çağrılmayı hak eder. Bu taş doğada sayısız surette ve kılıkta ifşa edilmiştir. Bu kılıklar onun gerçek doğasını etkili bir biçimde saklar. Yeryüzündeki en uzun ağaca baktığınızda, ayağınızın altında çıkan ota baktığınızda ona bakar, ama aslında onu görmezsiniz. O İsa’nın bahsettiği zambaktır, bu zambağı gören, onun büyümesinin sırrını anlayan kişi artık “zayi olacak gıda” için emek harcamak zorunda kalmaz.

Bu araştırma ve incelemenin en başında, her şeyden önce, bu Taş’ın mevcudiyetiyle ilgili olarak her türlü ırkçılığı kafanızdan tümüyle silmeniz şarttır. Yoksa onun doğasına dair tek bir harf bile öğrenemezsiniz. O ancak iman ve inançla ortaya çıkar. Bu şeyi deyim yerindeyse yoktan var etmedikçe fiilen, duyusal olarak algılayıp bilmeniz mümkün değildir.

Tıpkı hiç görmemiş olduğunuz kendi ruhunuzun varlığına inandığınız gibi onun da varlığına inandıktan sonradır ki ancak kendini göstermeye, kendi doğası ve özellikleri hakkında ipuçları vermeye başlayacaktır.

Bu inanışa aklınızı kullanarak okuduğunuz kutsal kitabı dayanak yapabilirsiniz. Süleyman Mabedini süsleyecek altını nereden buldu? Mabedin sunaklarında, eşyalarında, tasvirlerinde milyonlarca dolarlık altın kullanıldığı tahmin edilmektedir.  Bu altının Tarşiş’ten (karalık) geldiği söylenir. ThRISH = 1210. Aynı zamanda Kabala’da Briah âleminin Geburah küresinin ismidir. Bu bir değerli taş ismi olan TRSH = 900 kökünden gelir ki güçlü, katı, sert anlamlarına gelir. Josephus’a göre bu taş zebercettir, yani modern topaz. Diğerlerine göre berildir. Başkalarına göreyse amberdir. Muhtemelen sonuncusu yerinde bir mecazdır; çünkü diğer simyasal sembollerle uygunluk gösterir. Bununla birlikte karalığın gerçek İbrani anlamı olmadığına dikkat etmeliyiz. Esasen “Ofir” kelimesi kullanılmıştır. “Ve Ofire varıp oradan dört yüz yirmi talant altın aldılar ve onu Kral Süleyman’a getirdiler.” (I. Krallar 9.28). Eyüp de bu altından bahseder. “Ve altını toprağa koy, Ofir altınını da vadi çakıllarının arasına.” (Eyüp 22.24).

Bu altının geldiği yer olduğu söylenen “Kara Ülke” veya “Kara Toprak” bize önemli bir ipucu verir ve onu Muhammedi’lerin kara taşıyla özdeşleştirmemize izin verir. Bu mistik bir altındır, bununla birlikte “iyi”, katı altındı ve hayaletler gibi bir görünüp kaybolmamıştı. Hezekiel’de, İbranilerin Notarikon dediği bir tür şifreyle gizli bir anahtar verildiği söylenir. Bu söylentiye göre bölümlerin ve ayetlerin ilk harflerinden çıkan isim, bu altının Museviler Babil’e tutsak olarak götürüldüğünde nereye gömüldüğünü göstermektedir. Bu yer, Kudüs’ün önemli bir kesimine su sağlayan eski bir kaynak yeridir. Rivayete göre rahiplerin içeri girip Mabedin altın eşyalarını saklamaları için suyun yönü değiştirilmiştir. Bu yerin bugüne kadar birkaç kişi hariç hiç kimse tarafından bilinmediği söylenir.  Savaş bittiğinde [I. Dünya Savaşı] Türk Devleti bu hazineleri bulmak için yapılacak bir kazıya izin vermesi için ikna edilebilir ve elde edilen gelir Kudüs’ün ve Mabet’in yeniden inşası için harcanabilir. Bu kadim altın eşyaların bulunmasıyla birlikte, Yüce Sanat yeniden keşfedilebilir. Pek bilinmez ama, dünya ticaretinde kullanılan altının büyük bir kısmı kimi Ortaçağa simyacıları tarafından üretilmiştir. Daha büyük bir kısımsa Avrupa ve Asya’da çeşitli yerlere gömülmüştür. Buna rağmen dünya genel olarak Kaptan Kidd’in gömülü hazinesine bu gerçekten daha fazla ilgi göstermektedir. Oysa bizi ilgilendirmesi gereken sanatımızın ürününden ziyade, kendisinin yeniden canlandırılması olmalıdır.

Meseleye neden bu kadar vurguyla dikkat çektiğimiz sorulabilir. Acaba kimyacıların Sanat’ı diriltmeye çalışmalarını sağlayacak kadar merakı uyandırılamaz mı? Burada ufak bir tehlike vardır. Dünyadaki bütün kimyacılar bugün birleşip konu üzerinde çalışmaya başlasalar, bunun için kimyasal araştırma ve akıl yürütmenin genel çizgisini takip etseler, bin yıl geçse sırrı bulamazlar. Çünkü ona kimyasal sanat dense de, olağan kimyayla hiçbir ilişkisi yoktur. Tavukları kümese sokan yaşlı bir kadının sırrı bulma şansı, modern ekole mensup çok iyi bir kimyacıdan kat kat fazladır.

Gnostik yazarların İsa’nın ağzına koymuş olduğu şu söz çok doğru ve yerindedir: “Size verilecek olan tek alamet Yunus peygamberin alametidir. Yunus nasıl balinanın karnında üç gün üç gece kaldıysa, İnsanoğlu da toprağın kalbinde üç gün üç gece kalacaktır.” Bu ‘alamet’ Taş’ın yapımında kullanılan maddenin kara haliyle ilgilidir. Bilgeler başarılı bir sürecin işaretinin başlangıçtaki Karalık olduğunu söylüyor. ‘Güneşleri’ batar göründüğü veya ‘yerde’, ‘tutulduğu’ anda, sonuç üç gün süren bir karalık hali veya maddenin yozlaşmasıdır. Bilgeler bundan sonra Beden’e Kara Toprak derler, bu toprağın içinde bir sabit tuz vardır. Bu tuz, tıpkı bir tohum gibi çok geçmeden filizlenecek ve mükemmel meyveler verecektir. Diğerleri ona ağzında Beyaz Güvercin tutan Kara Kuzgun derler. Yine onu kadınla erkeğin, ya da bedenle ruhun vuslatı denir. Çocuk bunlar aracılığıyla Su’da rahme düşer ve kara Beden’den beyazlık elde edilir. Demek ki bu şey çeşitli mecazlar arkasında saklanmıştır, fakat Bilgelerin gerçekte neden bahsettiğini bilirseniz, bu mecazların Taş’ın bütün mantığını ve sürecini olduğu gibi açıklayan aydınlatıcı örneklere dönüşür.

Bilgelerin asla yalan söylemediği söylenir. Yaptıkları şey, Sanat’ta kullanılan maddenin esas ismini saklamaktan ibarettir. Fakat bize bütün süreci verirler. Öyle ki sözler bir kez anlaşıldığında süreç “çoluk çocuk işidir.” Onları Sanat hakkındaki bu ağzı sıkılık yüzünden suçlayamayız. Bir altın damarı keşfedip sonra koşup herkese bulduğu yeri anlatacak bir insan var mıdır? Pek zor çıkar. O gidip damarda çalışır, kazma darbeleriyle hakkını alır ve mümkün olduğunca sessiz davranır. Eğer tıpkı filozofların madeninde olduğu gibi harcamakla bitmeyecekse, küçük bir miktar çıkarmakla yetinecektir.

Taş’ın imalatı ve bileşimiyle ilgili bütün o abartılı görünen tarifler, deyim yerindeyse, Bilgeler tarafından icat edilen veya Taş’a dönüşen maddenin bu süreç içinde geçirdiği değişiklikleri gözlemlerken ilham olunan peri masallarıdırlar. Bu fenomene tanık olanlar, o görüldüğü zaman gönle en harika benzeştirmelerin ilham olduğunu söylüyorlar. Bu metaforlar hem Taş’ın doğasını ve niteliklerini anlatmak, hem de az bir kesin bilgiye sahip olduklarında onu kötüye kullanacağı kesin olan avam sürünün kavrayışından uzak tutmak gibi ikili bir amaca hizmet ederler.

“Turba Philosophorum” [Filozofların Toplantısı] denilen bir kitapta, delegelerden biri Zimon şunları söyler: “Çalışmanın sırrının eril ve dişilde, etkin ve edilgen ilkede saklı olduğunu bil. Dişi kurşunda, eril sarı zırnıkta bulunur.” Şimdi, böyle bir cümleyi lafzi anlamıyla alan kişiler, hiç kuşkusuz “kurşun ile sarı zırnığı” birleştirmek gerektiğini düşünecektir. Fakat bu yapılırsa hiçbir sonuç elde edilemeyecektir. O zaman böyle biri kitapları fırlatacak, sahtekârlar ve yalancılar diye suçlayarak bilgelere isyan edecektir. Ama akıllı bir insan daha en baştan bilgelerin yazılarında en büyük dikkatle gizlenen şeyin Sanat’ın maddesi olduğunu baştan bilir. Eğer bu madde bilinseydi, bütün sanat çok geçmeden herkesin malı haline gelir, altın kaldırım taşları kadar yaygınlaşır, değerini yitirirdi. Bu durumda sırrı ifşa etmenin ne faydası olabilir?

“Kurşun” ile bilgelerin kast ettiği şey Karalıktır, birçok yazarın açık bir biçimde doğruladığı gibi bu karalık, Madde’mizin belli bir aşamasında içinde bulunduğu geçici durumu gösterir. “Zarı zırnık” ile kastedilense sarı su, yani “ateş”tir. Karalığın içinden Beyazlığı çıkarıp Gümüş’ün temelini hazırlayan şeydir.

Aynı yazar şu sözlerle devam eder: “Dişi ona getirildiğinde eril neşelenir ve dişi erilden renk veren bir tohum alır ve o böylece renk kazanır.” Daha öz ve doğru bir şey söylenemezdi, çünkü “dişi” kesinlikle bu ateşle renk kazanır, bundan sonra yanmış şarap rengi yani parlak bir kırmızı rengine bürünür. Çalışmanın sonuna varmadan önce, ışığın tayfı içinde barındırılandan çok daha fazlası ortaya çıkar.

Bir İngiliz bilgesi Richard şunları söyler: Taş Bir’dir, İlaç Bir’dir, fakat filozoflar ona iki şeyden (beden ve ruhtan, kırmızı ve beyazdan) oluşmuş anlamında Rebis derler.” Fakat bu cümle birçok aptal insanı beyhude yollara sürüklemiştir. Trevison Kontu Bernard şunları söylediğinde bizi tekrar doğru yola iletir: “Çalışmamız tek bir kökün yardımıyla gerçekleştirilir ve iki kesif, cıvasal madde bir mineralden çıkarılıp saf ve temiz halde ısının dostluğuyla dikkatle pişirilir ve iki bir olur.”

İsimsiz yazan bir Alman filozof, 17 18 yıl sanatla uğraştıktan sonra, kendi çabalarıyla bir şey elde edememiş, Tanrı’nın dilediğinde ona sırrı açmasını beklemiş ve onu bir lütuf olarak almıştır. “Hiç kimse,” der, “bu sanatın doğruluğundan ve kesinliğinden kuşkuya düşmemelidir. O tıpkı güneşin gündüz parlaması, ayın geceleri o harika yüzünü göstermesi gibi gerçektir ve Tanrı tarafından doğaya nasip edilmiştir.”

Bunu bilip, doğru olduğuna inanan kişi, bu harika hazineyi bulmak için gerekirse bütün ömrünü aramakla geçirmez mi? Fakat bir sürü kuşkucu yine de sırrı reddeder, Hz. İsa tarafından öğretinin bütün gerçek müritlerine vaat edileni bolluk ve bereket içinde ortaya çıkarma şansları varken, meyve vermeyen zahmetli uğraşlarla beyhude yere harcadıkları hayatlarını sefalet ve arzu değirmeninde un ufak ederler.

Bilgeler, hep bir ağızdan Tek Şey olduğunu ileri sürdükleri maddenin çeşitli biçimlerini ve hallerini ifade etmek için renkleri ve metalleri kullandıkları gibi gezegenleri de kullanırlar. Böylece maddeye Kara Hal’de iken Satürn denilir. Satürn, Kronos, yani Zaman’la aynı olduğu için bize ardında bir tahta bacak sürükleyen Zamanın Babası’nın sembolünü verirler. Bu sembolün her ayrıntısı süreç için önemlidir.

Peki biz bu sembolü ne yapacağız? Sadece şunu. Satürn ruhu hem mineral hem de bitkiseldir, bunların birleşmesinden meydana gelen Ateş maddeyi karartır. Bu madde renk bakımından kurşuna çok benzer. Öyle soğuk ve cansız gibi görünür ki ona Satürn denir. Bu aşamada elimizdeki madde hiçbir şeye benzemediği için cahil bir insan, onu çöpe atmaya yeltenecek, paha biçilmez bir şeyi attığını fark edemeyecektir; tıpkı Mabet’in inşacılarının Taş’ı, artıkların içine attığı gibi.

Başka bir meşhur yazar kara halinde bu Madde’ye “Kral’ın savaş arabası, antimoni der.” (Bkz. VII. Tarot Kartı). Ona böyle denmesinin nedeni çözeltiden sonra oluşan karalığın parlaklığıdır. Çünkü bu kişi bunun neye alamet olduğunu bilmektedir. Paracelsus cahil insanların çoğu zaman bir inekten daha pahalı taşları alıp attıklarını söyler. Bu kelimesi kelimesine doğrudur. Öyle ki simyacının bu sözü bizzat Sanat’ın bir anahtarı haline dönüşür.

Aphicius diyor ki, “Filozofların altını çok ucuza alınabilir.” Morienus da şöyle söyler: “Çok yüksek paraya alınan her şey faydasızdır. Biz az parayla çok şey alırız.” Bütün bu ipuçlarından anlıyoruz ki yoksulluk bilgenin meseleyi çözmesinde engel olmayacaktır. İhtiyaç duyulan tek şey, gerekli malzemeyi almak için birkaç kuruş ve sonrasında zaman ve sabırdır. Eğer başka türlü alamazsa, tıpkı Arap’ların çöllerde yaptığı gibi Taş için yeterli malzemeyi sokaktan toplayabilir. Amaç aracı meşrulaştırır.

Taş’ın filizine sahip olduktan sonra ve Bilgelerin Ateşi’ni bulduktan sonra, Taş’ın imalatının çok kolay olduğunu görecektir. Arnold’un yalın bir biçimde ifade ettiği gibi, “Bilgelerin hedefi, Taş’ı Cıvası’na, yani ilksel maddesine ayrıştırmaktır.” Şu sözleri de ekleyebilirdi: “Bundan sonraki amaçları onu daha saf bir madde suretinde pıhtılaştırmaktır ki bu Bilgelerin kusursuzlaştırılmış Sülfürü’dür.”

Geber şunları yazar: Taşımız birdir, o tek ilaçtır, ona bir şey eklemez, ondan bir şey çıkarmayız, sadece yüzeysel olanı kaldırırız.” Ve bu, anladığımız kadarıyla bizzat maddelerin etki ve tepkimesiyle gerçekleşir. Birçok yazar tarafından buna çeşitli isimler verilmiştir: ikinci kez damıtma, çözelti, pıhtılaştırma, toz haline getirme, öğütme vs. Malzemeye bütün bu şeyleri yapmanızı, ancak işin el değmeden başarıldığını söylerler. Hakikat şu ki madde meseleyi kendi kendine halletmekte ve bütün bu çeşitli fenomenler veya performanslardan kendi başına geçmektedir. “Tanrı’nın değirmenleri çok yavaş çalışır, ancak inanılmaz derecede ince öğütür.”

Burada dört elementin etki, tepki, etkileşim şeklinde çok büyüleyici bir tarzda çalışmasını görürüz. Bu şekilde onlar kendi esas özlerine indirgenirler. Atomlar öyle kururlar ki çeşitli iyonlara bireysel sarılışlarını ve cazibelerini terk ederler ve bunlar özgürleşince uygun oranlarda kusursuz metalleri veya Taş diye bilinen maddeyi oluşturmak için bir araya gelirler. Bununla birlikte Taş asla dışsal doğada herhangi bir elle tutulur şekilde üretilmemiştir ve üretilemez, fakat Taş’ın ilkesi ve kapasitesi her yerde işler haldedir ve doğanın bütün görünür oluşumlarını etkiler.

Fakat bir insan bütün dünyayı toz haline getirse, en parçayı en ufak ince elekten geçirse, yine de Felsefe Taşı’nın zerresini keşfedemez. Bu vücutta insan ruhunu aramak gibi olur. Ruh ancak, onun ifade aracı olan bedenin kusursuzlaştırılmasıyla açığa çıkabilir. Demek ki Taş yapılacaksa, bizzat elementler tarafından, kolay, doğal bir yolla yapılacaktır. Bunun için sadece insanın gözlerini açıp üzerinde çalışılacak Beden’in doğasını algılaması ve operasyonu gerçekleştiren Ruh üzerine tefekkür etmesi gerekir.

Kendine hamarat bir yaren bulup dünyadan çekilir ve kendini çalışmaya vakfederse, perde önünde uzun süre çekili kalmayacaktır. SÖZ ağızdan çıktı. Kulak zarları işitecek kadar hassas olanlar onu duyacak ve anlayacaktır. Gecelerini ve gündüzlerini gündelik ekmeğini çıkarmak için ateşin başında geçiren eski bir öğrencimizden şu sözleri işiteli çok geçmedi: “Buldum! Sonunda! Vakit sırra kadem basma vakti. Eserimi ayaklarınızın altına serene dek, benden bir daha haber alamayacaksınız.” Son zamanlarda, eskiden attığımız tohumların hepsinin verimsiz toprağa düşmediğini gösteren işaretler aldık. Bu tohumlar teker teker filiz veriyorlar. Bu çağ yeni bir ırkı oluşturacak Atlantislilerin bedenlenme çağıdır. Ve bu yüce Sanat’ın yeniden tesisi Yeni Dünya düzeninin ortaya çıkışıyla el ele gitmekte, hatta onun temelini atmaktadır. Samimiyet ateşinin, hakikat ateşinin dokunduğu insanlar umutsuzluğa düşmesin ve gerçekleştirildiği zaman onlara Yeni Zaman’ın hâkimleri niteliğini kazandıracak bu sırrı aramaktan vazgeçmesinler.
Ben"O"yum,"O"ben değil...


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
15 Yanıt
12958 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 16, 2009, 01:39:41 ös
Gönderen: ceycet
0 Yanıt
2331 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 21, 2008, 06:35:58 öö
Gönderen: nietzsche
Felsefe

Başlatan akasya Website Tanitimlari

0 Yanıt
2649 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 23, 2008, 01:23:39 ös
Gönderen: akasya
1 Yanıt
6464 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 06, 2016, 12:31:03 ös
Gönderen: kurt
6 Yanıt
10610 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 08, 2010, 02:07:12 ös
Gönderen: Vachogan
1 Yanıt
11913 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 27, 2010, 09:36:31 öö
Gönderen: ceycet
0 Yanıt
3906 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 29, 2010, 10:28:28 öö
Gönderen: ceycet
0 Yanıt
5282 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 01, 2010, 10:12:25 öö
Gönderen: ceycet
16 Yanıt
10658 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 13, 2011, 07:00:03 ös
Gönderen: Burhan
Felsefe

Başlatan Özer Baysaling Felsefe

1 Yanıt
3677 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 19, 2011, 09:33:08 ös
Gönderen: Tij