Dost üstad A.Kerim SOLEY, Derki.com da yeni bir çalışmaya daha imza atıyor.Daha önce de belirtiğim gibi düşüncelerine fazlasıyla önem verdiğim sayın SOLEY'in bu yazı dizisini de kendisinin onayıyla yayınlamaya başlıyorum.
Umarım ilgilenenenlerin ufkunu genişletir.
Yakın geçmişte de bugün de kimi ciddi araştırmacılar ve bilim adamları tasavvufun, islamın katı skolastik inanç ve uygulamalarına tepki olarak ortaya çıktığını; bu arada onun hristiyanlıktan da, kadim Mısır, İran, Hint ve Çin felsefelerinden, hattâ şamanizmden bile etkilenmiş olduğunu öne sürmektedirler. Bu etkileri gizlemek amacıyla bugün çoğu tasavvuf ehlinin sözleri, dilimize gerçek söylemlerine hiç de uygun olmayan biçimlerde çevrilmekte, kendi sözlerinden çok, çarpıtılmış yorumlarla aktarılmaktadır.
Bu arada hemen belirtelim ki geçmişte pek çok tarikat tasavvufî değildi, bugün de değildir. Hattâ o zaman tasavvufî nitelik arzedenler de zamanla bu vasıflarını yitirmiş, şeriatın ve taassubun boyunduruğu altına girmişlerdir. Bizim yazar ve yorumcularımızın da yıllardır çabaları Mevlânâ’yı şeriatın dar kalıplarına ve dinsel şekilciliğe sokup onun sufî fikirleri yerine, din ile ilgili (ve o gün için zorunlu) söylemlerini öne çıkarmaktır. Tabii o zaman da hem Rûmî’den geriye pek az şey kalmakta hem de o büyük düşünce insanının evrensel yönü yok edilip sıradan bir vaiz düzeyine indirilmiş olunmaktadır.
Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan onun dinadamı ya da bir teolog olması değildir; öyle binlercesi var. Onu yücelten ve kendi deyimiyle ‘gönüllerde yer bulmasını’ sağlayan, ileride göreceğimiz gibi, engin hoşgörüsü, sevgi insanı olması, bugün için de doğru olan yollardan birisini ‘işaret etmesi’, insanlara bir yandan özgüven aşılarken diğer yandan korkularını giderip zihinsel bakımdan arınmalarını sağlayarak onlardaki dinsel taassubu yıkmış olmasıdır. Onun bir diğer özelliği de gerçek bir ‘başkaldırı insanı’ olmasıdır. Zaten bu yüzden yabancılar onu bizden daha iyi anlamakta, ya da her inançtan insan onda kendinden bir şeyler bulabilmektedir.
Mevlânâ’nın da tıpkı Ahmet Yesevî gibi, farklı din ve inançlardan öğrencileri vardı. Şeriatçı ve baskıcı olsa böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Ama nedense koşullu ve artniyetli yorumcular meselenin bu tarafından hiç sözetmezler. Onun, “Putperest olsan da, mecusî olsan da…, tövbeni bin kez bozmuş olsan da gel!... Bizim dergâhımız, umutsuzluk dergâhı değildir.” derken kastettiği hiçbir biçimde, gel sen de dinini-inancını değiştir anlamında bir söylem değildir. O yüzdendir ki ‘evrensel’ olabilmiş; o yüzden cenaze törenine, her inanç ve anlayıştan kişiler tarafından ona duyulan büyük sevgi ve saygıdan dolayı, hem de o devirde papazlar ve hahamlar da dahil, kültürel bakımdan çok farklı inançların mensupları katılmıştır (1273).
Onun anlayışına ve felsefesine ‘mevlevîlik’ adının verilmesi büyük üstadın vefatından sonra olmuştur. Gerçek anlamıyla mevlevîlik öylesine bir deryadır, yaşayan ve gelişen bir anlayış, uzun bir yürüyüştür, o nedenle de öylesine ferâset gerektirir ki; bu yüzden onun derinliği sadece herhangi bir şeyhin iz’ânına da insafına da bırakılamaz. Tabii akademik unvanı olsun veya olmasın, sadece skolastik din eğitimi almış ve onun üzerine başka bir şey koyamamış o resmî, taraflı ve tutucu yorumcuların dinsel yorumlarına da sığdırılamaz.
Bugün ‘islam mistik düşüncesi’, ya da ‘islam mistisizmi’ başlığı altında ne zaman arama yapmaya kalksanız, karşınıza çıkacak ilk isimlerden birisi mutlaka Celâleddin-i Rûmî olur. Ama şer’î islamın kendi mistisizmi yoktur. Hem şeriat hiç kimseye böyle bir özgürlük tanımaz hem de mistik olmaya başlandığında skolastik dinselliğin kurum ve kavramlarıyla çatışmanız, o şer’î hükümlerin ister istemez dışına çıkınca da din adamları cumhûrundan önce dışlanıp sonra da suçlanmanız kaçınılmaz olur. Çünkü mistiklik evrenseldir, doğaldır; onun özgürlüğü herhangi bir dinin dar kalıplarıyla sınırlandırılamaz. Yani ancak ‘kültürel’ bakımdan o dinsel çevre içerisinden çıkabilmiş mistik’ten sözedilebilir. Nitekim dikkatle incelediğinizde, dinsel propaganda kaygılarını çoktan aşabilmiş ve evrenselliğe yaklaşabilmiş olan büyük mistiklerin sözlerinden, kültürel kökenlerinin Hindu, Budist, Taocu veya Zen… olmasına bakmaksızın ve en küçük bir rahatsızlık duymadan içsel yolda sizi aydınlatabilecek çıkarımlamalara, değerlendirmelere erişebilirsiniz. Bunun nedeni bütün mistiklerin aynı kaynaktan nemalanmaları, farklı dillerde ve az çok değişen varyantlarla da olsa gerçekte aynı ana yolu izlemekte olmalarıdır. Hangi tâli yolu ya da yürüyüş biçimini tercih etmiş olsalar da ortak yönleri gönül dostu, şefkat ve merhamet sahibi, şiddet karşıtı, hoşgörülü ve çevreye duyarlı insanlar olmalarıdır…
Mevlânâ kendisinden önceki büyük düşünürleri doğru anlayıp özümseyebilmiş bir düşün adamı ve insandaki fiziksel ve ruhsal evrime ışık tutabilmiş, onu doğru yorumlamış ender şahsiyetlerden birisidir.
Mansûr’dan sonra ‘Vahdet-i Vücûd’ (Varlığın birliği) kavramının en büyük düşünürü olan Ferideddin-i Attâr (1119-1193) insanın çeşitli aydınlanma aşamalarından geçtikten sonra ‘insan-i kâmil’ düzeyine ulaşabileceğini savunurdu (‘nirvana’ fikri ile benzeşir). Düşünceleriyle Yûnus Emre’yi, Mevlânâ’yı ve Ömer Hayyâm’ı büyük ölçüde etkilemiştir. Ama ne yazık ki islamın aydınlık yüzü demek olan ve düşünsel kökleri hiç tartışmasız Uzakdoğu inanç ve felsefelerine uzanan böylesine aydınlık ve ilerici insanların çoğu zulme uğramıştır. Dinsel metinlerde böylesi fikirlere rastlanmaz, aksine bunlar şirk ve inkâr kabul edilir. Nitekim cezalandıranlar ya şeriat mahkemeleri, ya da şer’î hükümlere göre karar veren emirler, halifeler, şeyh’ül islamlar (kısacası ulemâ)dır. Bugün de islam tasavvufu, kökleri kurutularak neredeyse yok edilmiş olmasına rağmen, skolastik islamcılar tarafından hâlâ şüphe ile karşılanır, dinsel söylemlerde kendilerinden pek sözedilmez, adetâ yoksayılır. Zira çok iyi bilinmektedir ki aydınlanma kapısı bir kez aralandı mı artık o cazibeye karşı konulamaz; onun ışığına yüzyılların kiri-tozu kâretmez; sonunda şeriatçı, gerici-ortodoks dinselliğin de tozu atılır. Bugün de islam adına din öğretimi yapılan okullarda ve yüksekokullarda tasavvuf ya hiç öğretilmez, ya da tamamen çarpıtılarak ve üstünkörü anlatılır.
Dilerseniz şimdi biraz Mevlânâ’ya kulak verelim:
Hep odur var olan da, yok olan da.
Odur kaynağı acının da, kıvancın da.
Yok görecek göz sende, olsa görürdün;
Yalnız o var baştan aşağı senin varlığında.
Mevlânâ acaba boşuna mı “Ey tanrıyı arayan, aradığın sensin” demiştir… Siz ne dersiniz?