Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Gerçeklerden Hakikate - Metin Bobaroğlu  (Okunma sayısı 12199 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Eylül 03, 2009, 12:24:27 ös
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


SORU: Gördügümüz âlemden, varliktan bahseder misiniz?

YANIT: Öncelikle, gördügümüz âlemden söz edelim isterseniz: "Gördügümüz âlem" dendiginde, duyularimizla tanik oldugumuz bir âlemden söz etmis oluyoruz; es deyisle duyumsadigimiz âlemden. Bilindigi gibi, çevremizdeki nesnel ortam, bes duyumuz araciligi ile beynimize ulasirr; yâni, gelen uyarilar duyularimiz tarafindan biçimlenerek beynimize gelirler. Biz çevremizi görüyor, duyuyor, dokunuyor vb. dedigimizde, duyularimizla biçimlenmisçevreyi görüyor ve duyuyoruz demis oluyoruz. Bu durum bizi sasirtici bir gerçeklige götürür: Dogada renk yoktur, yalnizca nesnelerden yansiyan isik dalgalari vardir. Bu dalgalar, gözümüzün görme yetisiyle biçimlenerek beynimizde renk olarak algilanirlar. Buna benzer olarak, dogada ses de yoktur, yalnizca ses dalgalari vardir ve bu dalgalar kulagimizla bulusunca ve beynimizce algilaninca ses hâline gelirler. Bu diger duyularimiz için de geçerlidir.

Bunun anlami sudur: Insan, çevresini görüp duymakta hem duyularina borçludur, hem de onlar tarafindan sinirlanmakta, kosullanmaktadir. Örnegin, eger gözümüz ix-isinlarini dogrudan algilayabilseydi, insanlari iskelet olarak görecektik. Ya da, eger 'gama-isinlarari' ile baksaydik, dogada yalnizca kursun kütleler görecektik. Ilim mâlûma tâbîdir denir, bilirsiniz. Âlem de "bilinen-evren" ya da daha dogru deyisle, "bilgi-dünyamiz" anlamina gelir. Peki bu "âlem"in, (bilinen-dünya) tanigi nedir? Duyularimiz degil mi? Tasavvûf terminolojisi (istilah) ile söyleyecek olursak, bu, cehadetin 'ayn el yakîn' hâlidir.

Biliyorsunuz, bir de duyu yanilsamalari var. Birçok kez duyularimizin bizi yanilttigina tanik olmusuzdur. Bu nedenle, duyu verilerine dayali bilgilerimiz ne denli güvenilir bilgilerdir?

Ilginç bir sey daha var, o da, duyularimiza çarpan uyarilarin duyu organlarimizda "elektrik-akimlari"na dönüserek beynimize ulasmasidir. Fotonlar gözümüzün iris tabakasi üzerine çarparak elektrik akimi olusturur. Ayni biçimde, kulak zarimiza gelen titresimler de elektrik akimlarina dönüserek beynimize ulasir. Koku, tad ve dokunma da böyledir. Baska bir deyisle, farkli duyularimiza gelen ayri ayri uyarilar, "ayni-ortam"a (elektro-manyetik ortam), "iletisim-birimleri" (information-data) olarak yüklenirler ve sinirler araciligiyla beynimize ulasirlar. Beyin ortami ise "saltik-karanlik" ve "saltik-sessizlik" ortamidir. Yâni, beynin içinde isik ve ses bulunmaz ama, görme ve isitme bu ortamda gerçeklesir.

Bütün bunlardan su sonuca ulasiriz: Duyumsadigimiz çevre, beynimizin algilama ve biçimlendirmesiyle bilinir, es deyisle " âlem"e dönüsür. Bu nedenle, âlemin rûhu "insan"dir denmistir, çünkü, bir kez daha yineleyecek olursak, dogayi, çevreyi, evreni "âlem"e çeviren ve onu anlamli kilan, "insan"dir.

Anlam verme isi ise beynin degil, aklin isidir. Akil isi baska bir âlem.

Simdi gelelim gördügümüz (duyumsadigimiz) âlemin "varligi sorununa:
Genellikle duyumsadigimiz seylerin varligindan kusku duymayiz, çünkü duyularimiz, uyarilara bagli olarak, onu uyaran nesnelere taniklik etmektedir. Ancak, duyularimiz,' simdi ve burada' olana ve uyarildigi sürece taniklik edebilir. Bu ise bir filmin durdurulup bir karesine bakmaya benzer. Bu kare tek basina ne anlam tasir? Onun anlami, ancak, filmin bütünü, hareketi ve ögelerinin bir biriyle olan iliskisinde olanaklidir. Ayni biçimde, dogada ve çevrede her sey bir biriyle iliski içinde ve sürekli hareket hâlindedir. O hâlde, tek bir seyin, simdi ve buradaki algisinin ne anlami vardir?

Bir seyin var olmasi, onun görünüse çikip sonra ortadan kalkmasiyla nasil bagdasir? Evrende hiç bir sey kendini tekrarlamaz, sürekli olarak yeni varoluslarla karsi karsiyayiz (O her an bir sen'dedir). Peki o zaman, var olmanin gerçekligi nedir?
  
Her varolan, belli bir "zaman-mekân" içinde ve belli iliskiler altinda vardir. Ayrica, birbirlerine nedensellik baglariyla baglidirlar. Evren, iliskiler bütünüdür (Rabbül Âlemin). Zaman, mevcûda aittir ve mevcûd'daki degisimleri gösterir. Varlik için zaman degil "ân" vardir. Bir küreyi model olarak düsünürsek, kürenin merkezi "ân", çeperi ise "zamanidir (merkezde tek nokta, çeperde nokta çoklugu). Varlikla ilgili en temel sorun, varolmanin nedenselligi sorunudur. Bir baska deyisle, "varolan herhangi bir seyi varolusa getiren nedir?" sorusuna yanit aramaktir. Evrende iliskisiz ve hareketsiz hiçbir nesne yoktur. Bunun anlami, her varolanin belli bir iliski, devinim ve süreçte varoldugudur. Bir nesnenin iliskileri çoktur, ama onun varolus iliskisi en temel iliskidir. Varolus iliskisini bulmak için bir nesneyi tüm iliskilerinden soymak gerekir (tenzih). Bu ise nesneyi ortadan kaldirma girisimidir (la ilâhe). Bu olanaksiz bir istir çünkü, varolus iliskisine ulastigimizda o nesne baska bir varolusa dönüsür (illâllah). Peki ne degisir?


  

Biz ancak bir nesnenin görünüsünü (belirisini) ortadan kaldirabiliriz, varligini degil. Bütün dönüsümlerde "varlik" kendini sürdürür (Vahdet-i Vücûd). Bu durum fizik biliminde enerjinin sakinimi ilkesi olarak söylenir. Elektrik, isi, isik, madde,
potansiyel ve kinetik enerjiler birbirine dönüsürler, iste bütün bu dönüsümlerde kendini sürdüren varliktir. Ama, biz varolanlari duyumsadigimiz gibi, "Varlik"i duyumsayamayiz. Onu ancak akilla biliriz, ama, cüz-î akilla degil, küllî akilla.
Külli akil Hakkitir, ancak, Hakk kendini bilir, ya da kendini bilen Hakkitir.

Fâni Efendi :

Cümleyi bir noktada görmek dilersen süphesiz
Kamile hosça nazar kil, gördügün Rahman olur

demistir.

Varolan her sey sonludur (fani'dir), sonlu olan her sey ise ortadan kalkacaktir (küllü men aleyha fan) Ancak, Varlik sonsuzdur ve kalicidir (bakii'dir). Varolan her seyin varolus nedeni kendi disindadir, o da Varlik'tir. Varligin nedeni ise kendindedir (Samed). Nedeni kendinde oldugu için Varlik, baska bir varliktan çikmaz ve ondan da baska bir varlik (varolus degil) çikmaz (lem yelid ve lem yûled).

Varlik, bütün varolanlari kapsar, her sey (her belirii) ondan, onda ve onun yoluyla vardir.

Hilmi Dede Baba:

Her esya bir harf olmus,
Hem zarf, hem mazruf olmus,
Acep ilim sarf olmus,
Bir nokta bin söz oldu,
demistir.

Duyular düzeyinde gerçeklikten (realite) söz edilirken, us düzeyinde hakikâtten (truth) söz edilir. Bu nedenle, gerçek çoklugu karsisinda hakikât tektir. Gerçek, belli bir varlik düzeyi ya da belirli bir varolus olarak gerçektir. Hakikât ise, ayri ayri gerçeklikleri birbirine baglayan, onlari birlik ve bütünlük içinde anlamaya yarayan yasalar dizgesidir.


SORU: Ferhat sevgilisi Sirin için daglar delmis. Dagi da varlik olarak görürsek, bu dagi nasil delmistir. Buradan insanliga nasil bir mesaj veriliyor?

YANIT: Ferhâd ile Sirin öyküsü mitsel bir öyküdür, yâni arketipal, simgesel ve alegorik bir anlatim içerir. Tipki "Adem ile Havva", "Yusuf ile Züleyha", "Kerem ile Asli", "Arzu ile Kamber", "Leylâ ile Mecnûn" vb. gibi...

Mitlerde kullanilan sözcükler, sözlük anlamlari yaninda, örtük olarak egretilemeli, simgesel, anlamlari da içerirler. Bâzen, bu yöntem, anlamlari saklamak için kullanilir, bâzen de sezgiyi harekete geçirmek, kesfi açmak için. Bazi mitler ise tasavvûfî mânâlardan kuruludur -burada oldugu gibi-.

Tasavvûfun kullandigi bu tür mitlerin kökeni Idris Nebî'ye (Hermes-i Herâmise; Hermes Trimegistes) dayanir.
Bu nedenle tasavvûf, hermetik gelenege baglidir.


Idris Nebî hûlle biçer,
Gezer Allah deyû deyû.


der Yunus Emre. (Hûlle: hâl elbisesi).

Bilindigi gibi, simgeler kavramlardan farkli olarak, çoklu anlam yüklüdürler. Kavramlar, insan anligi için açik seçik ve mantiksaldirlar. Buna karsin kavramlar, sezgi'yi devre disi birakirlar. Simgesel anlatimlar ise, "kesfî-sezgi"yi harekete geçirirler, ancak, buna karsin anlamlari açik seçik degil, buguludur.

Tasavvûfî mitlerin çözümlenmesi "zevkî"dir, bu nedenle ilmî bir dâva güdülmez; kesf-i sezgiyi uyandirip, kisinin zevk ile bilmesine yol açar, bildigi de kendi olur.

Simdi gelelim Ferhâd ile Sirinin mitsel öyküsüne:

Ferhâd, bir erkek ismi olarak kullanildigi hâlde, bu mitsel öyküde özgün bir deyim niteligindedir. Simdi bu deyimi "Fer-Hâd" diye çözümleyerek ise baslayalim: Tasavvûfta 'Fer" deyimi "Asl" ile birlikte "Asl-Fer" kavram çifti olarak kullanilir. Fer, Asl'in belirmedeki sonucu, zuhûr kaydinin nihâyetinde büründügü mâhiyyet'tir. Asli Varlik (Vücûd) olarak alirsak, Fer, varolus (mevcûd) anlamina gelir. "Hadd" ise hudûd çizmek, sinirlamak anlamindadir. "Hadd", Varlik düzeyini bildirir. Bu baglamda zevkî olarak, "Ferhâd" Varligin (Asl), varolustaki (mevcûd) son hudûdu, yâni insani simgeler. Vücûd'dan mevcûd'a gelip "Ferhâd olan insan, Asli'ndan fâri" olmus, Asli'yla arasina mevcûd'un perdesi girmistir. Ayrilik hasretiyle Asli'ni aramaya koyulmustur. Mevcûdiyet perdesi son kertesine (sitre-tül müntehâ) kadar kalkmazsa, kişi Asli'na kavusamaz. Varlik dagini delmek gerekir. Ferhâd'in kendi mevcûdiyeti kendine perdedir.

Bilindigi gibi Kurân-i Kerîm'de "Hadid-sûresi" vardir. Hadid, demir olarak çevrilmektedir. Bu sözcük, "kuvvetli, hiddetli" demektir. Tasavvûfta, inzâlin (beliris) mevcûd'da karar kilmasi, kuvvetler (melkiten melek)
yoluyladir. Bunun bir mîzan (denge) içinde oldugu vurgulanmistir (Hadid-25).

Bir de, Kehf sûresinde, Zülkarneyn bahsinde, iki dagin arasina "Hadid" konularak bir "sedd" olusturulur.
Hadid-97'de "Artik onu ne asabildiler, ne de delebildiler" buyurulmustur. Hadid-98'de ise, "Rabbimin
vaâdi geldigi zaman onu yerle bir eder, kuskusuz Rabbimin vaâdi Haktir." Iste, Ferhâd'in, vâdesi geldiginde, benlik dagini ask-atesi ile delmesi tahakkuk etmistir. Ferhâd, "haddad" yâni demircidir de.

Benlik dagini delip Sirin (sevimli) olan Asli'sina kavusan Ferhâd, ask atesiyle canini verip "Ferhat'a yâni Sevinç'e dönüsür. Yâni hâddini asarak Hakkita erir ve insanlara "feyz" irmaklarini akitmaya baslar:
ilm-i ledûn.

SORU: Ölüm, varlik perdesinde yasayanlar için mi? Asiklarin ölmeyecegini söyleyenler neyi anlatiyorlar?

YANIT: Adana'da yasamis olan (1900-1970), sevgili Ismail Emre'nin bir dogusunu animsadim.

Aglar, bu dünyaya gelen,
güler, hakikâti bilen.                          
âsiktir, ölmeden ölen.                          
ne gelen var, ne giden.


Emre'nin bir baska dogumunda da:

Ölüm ölüm denen, yoklukmus meger,
secde eden baslar, yokluga deger,
bütün varlik, ordan gelirmis meger,
her varin anasi, yokluk degil mi?



Bir baska Ermis de:

Asik'lar ölmez, yerde çürümez,
yanmayan bilmez, âtes-i âska.

demiyor mu? Demek ki, ölümün sirrini bilmek için Ask atesine yanmali, yokluga ermeli!

Varlák düzeyleri: Cûd, Vücûd, Mevcûd ve Sücûd olarak bir çevrim içindedirler. Cûd’tan Sücûd’a bir devri âlem!

Biliyorsunuz, “Her nefs, mevt’i tadacaktár” buyurulmustur, “her Rûh” denmemistir. Vâdesi geldiginde, Rûh, Secde’ye varár, mebdeine döner, nûra kavusur (innalillah ve inn-â ileyhi râci’un). Hakikâtte nefs ve rûh diye ikilik yok, bu deyimler ayná varlágán iki yüzünü göstermek için kullanálár. Nefs saflastákça rûh hâlini alár. Nefsin bidâyeti nefs-i emmâre, nihâyeti ise nefs-i envâre’dir. Nefs, emmare, levvame, mülhime, mutmainne, râziye, marziye asamalarándan geçerek nefs-i envâre’ye kavusur yani Nûr’a gark olur.

Ölmek yok, vefât etmek var! Vefât, vefâ’dan gelir, verdigi sözde durmak demektir. Hayvânlar ölür, insanlar vefât eder.

Âsiklar ölmez, ölen hayvân imis.

Vefât eden, yâni sözünde duran mevt’tir. Muhyiddin Ihyâ Efendi der ki:

Rabbim, sen beni bana verdin,
Ben de kendimi sana veriyorum.

SORU: Nârin da, Nûrun da, kahrin da, lütfun da hos karsilandigi seviye nedir?

YANIT: Bilindigi gibi, Tasavvûf söyleminde, "nefs-mertebeleri" (ego-durumlari) vardir. Bu mertebeler yedidir. Besinci ve altinci mertebeler; "Radiye" ve "Mardiyye"dir. Bunlar, dördüncü mertebe olan Nefs-i Mutma’inne’nin (kendinden emin olan nefs) sáfâtlarádár. Mutma’in nefs, reyb (kusku) den aránmás nefstir. O Rabbinden râzá, Rabbi de ondan râzá (hosnut) olmustur. Bir âyet-i kerimede “Ey kendinden emin olan nefs, sen Rabbinden râzá, Rabbin de senden râzá olarak Rabbine dön, 89-27” buyurulmaktadár. Iste, nefsin bu seviyesine lütfu da hos, kahrá da hos, denmistir.

Yûnus Emre, bu makamda,

Ne varlága sevinirim,
Ne yokluga yerinirim.

demistir.

SORU: Varláktan bahsediyoruz, sözü varláktan sayarsak, ‘sükût’ nedir?

YANIT: Evet, dinî deyimle, “Kün” (ol) sözüyle Varlák olusmustur. Söz, Varláktandár. Insan konusan-varlák’tár; dili sussa bile beyni durmadan konusur; düsünme, konusmadan baska bir sey degildir. Bilindigi gibi, düsünme sözcüklerle olanakládár. Söz (kelâm; logos), bilinci olusturur. Yuhanna Incili’nin birinci âyetinde “Kelâm, baslangáçta var idi, Kelâm Allah nezdinde idi ve Kelâmullah idi” denmistir. Devâmánda ise “Her sey, onunla oldu ve olmus olanlardan hiç bir sey onsuz olmadá. Hayat onda idi ve hayat insanlarán nûru idi. Nûr, karanlákta parlar ve karanlák onu bilmedi.” diye söylenmistir.

Söz, sánárlá varláktár ve bilinç sözcükler aracálágáyla ancak mevcûdu kavrayabilir. Varlák ise, sánársáz-sonsuz’dur.
Sükût, sözün bittigi, düsünme ve bilincin acáldágá, damlanán deryâya kavustugu hâl’dir.

Mevlâna:

Sus söyleme, söz bakásá bulandárár.
Varáná yogunu sükut diyarána çek.

demistir.

Niyâzî:

Göz, kulak, dil kapálarán,
Kapatalám bir zaman.

demistir.

Söz ikilikte olur, bilen bilinen ikiliginde. Bu da mevcûda aittir. Vücûd’da ikilik yok ki söz olsun. “Lâ mevcûde illallah” denmistir. Yâni, mevcûd örtüsü kalkánca, illallah’tár, ayrálák kalkar, ikilik biter, söz biter. Ondan sonrasá dile gelmez.
Sükut, la ilahe’dir, fenafillah’tár.

Sükût’a erenler, varlák zannándan kurtulur, Hakk’tan gayri bir varlágán olmadágáná dogrudan deneyimler, kesfederler.
Sükûnet, sekine’den gelir, o da, gönül rahatlágá demektir.

SORU: Soru sormak nedir? Sorular insana ne kazandárár?

YANIT: Habibullah, “Soru ilmin yarásádár” demistir, ilim için soru sarttár. Ismail Emre, “soru bu yolun feneridir” demistir. O hâlde, yol yürünüp bitirilince, soru kalmaz çünkü, yolun sonu Nûr’dur (Allahû nûrussemâvati vel ard ), aklán ya da soru fenerinin ásigina gerek kalmaz. O zaman bir hayret hâli zûhur eder, sonrasá bir hayrânlák hâlidir ki sorma gitsin. Ilmin bidâyeti soru, nihâyeti hayrettir. Irfânán bidâyeti hayret, nihâyeti ise hayrânláktár.

Niyâzî:

Hayvan nice anlar,
Hayran olan anlar bizi

demistir.

Hayranlákta ne ilim kalár ne irfân! Hayranlák bizi ask’a götürür.

SORU: Maârifetullah kavramáná nasál anláyorsunuz?

YANIT: Tasavvûfta, “Mûsa ile Seriat, Isa ile Hakîkât, Muhammed ile Maârifet verildi” denmistir.
Seriat, yalnázca “zâhir”e hükmeder, Hakikât yalnázca “bâtán”a; Maârifet ise zâhir ile bâtáná tevhîd eden gerçek irfân bilgisidir.

Yalnáz, beceri, hüner anlamána gelen mârifet ile irfândan türetilmis bilmek mânâsána maârifet’i birbirine karástármamak gerekir.

Tasavvûfta bilmeyle ilgili üç temel kavram vardár: “Beyân” ile bilme, “Burhan” ile bilme ve “irfan” ile bilme.
Beyân, vahye dayalá bilme, Burhan, akál yolu (manták) ile bilme, Irfân, yasayarak bilme.

Vahy ile beyân edileni, akál yolu ile kavramak, burhanî bilgiyi, Tasavvûf yolu ile yasantáya geçirerek anlamak ise irfânî bilgiyi gerektirir.

SORU: Maârifetullahán mertebeleri var mádár?

YANIT: Elbette, “El elden üstündür, tâ arsa kadar” denmistir.

SORU: Maârifetullah ve muhabbetullah arasándaki baglantá nasáldár?

YANIT: Muhabbetten hâsál oldu Muhammed, Muhammed’siz muhabbetten ne hâsál.
diye söylenmistir, bilirsiniz.

Resûl-u Ekrem’in, Ahmed, Muhammed, Mahmud, Mustafa, Muhtar vb. isimlerinden önce gelen bir sáfât ismi vardár ki, o da “Habibullah”tár. “Küntü kenzen mahfiyyen, feahbebtu...” diye baslayan bir hadis-i kudsî vardár, bilirsiniz. Yâni, gizli hazinenin anahtará “HUBB”dur (sevgi). Resûl-u ekrem, Mahbûb’tur. Cenâb-á Allah seven, O ise sevilendir. Hatta, O, Allah’án sevgisinin (Nûrunun) somutlasmasádár.

“Men reani fekat rea’al Hakka” hadisi ve “Allahû ve melaiketihi yusellûne alennebî, ya eyyühellezine amenu sellu aleyhi ve sellimu teslima” âyeti bu sárra isâret eder.

Resûl-u Ekrem’in dostlaránán bir kásmána “Eshâb-á kirâm”, diger bir kásmána da “Eshâb-á suffa” denir. Tasavvûf bu ikincilerden neset etmistir.

Eshâb, ya da sahâbe, sohbet ehli demektir. Bu sohbet, irfân sohbetidir. Sohbet sözcügü, içinde muhabbet olan konusma anlamána gelir. Sohbette Resûl-ü Ekrem’e (insan-á kâmil) duyulan sevgi, Hakk’a duyulan sevgidir ki Hakk’a vuslat ancak muhabbetle kaabildir.

SORU: Yol tevhîd iken, zevklerin, anlayáslarán, yorumlarán farklálágá nereden kaynaklanáyor?

YANIT: Yol, varolanlarán sayásá kadardár. Tevhîd ise Insan-á Kâmil noktasádár.

Ne var yollará ayrá ise hep
Her biri bir yol ile gülizâra giderler.

Bir de temrinleri açásándan on iki temel yol vardár. Bunun nedeni, insanlarán dogustan tasádáklará (mazhar olduklará) hâkim “esma-i sáfât”tár. Insanlarán yasamdaki egilimleri bu gâlip esma (dominant karakter) üzeredir. Buna ‘isti’dât’ denir. Istidâtlar, mizâçlará, mizâçlar da mesrebleri belirler. Tasavvûfta kisi, istidatá, mizâcá ve mesrebi üzere egitilir. Örnegin, dogasánda içe kapanák bir kisi “zikr-i hafî” ile, dása dönük olan da “zikr-i cehrî” ile terbiye edilir. Kimi “hâlvet” ile kimi “celvet” ile vb.

Ancak, tevhîd-noktasá Insan-á Kâmil’dir ki, O, tüm mizâçlara hâkimdir. Zâten Insan-á Kâmil, yoldan müstasnidir. O, bütün istidat ve esmâ-i ilâhînin mazhará oldugundan, her mîzaçtaki kisi kendini onda bulur ve böylece farkláláklar cem olur. Zâten, yollarán amacá da Insan-á Kâmil’e mülâki olmaktár.
Insan-á Kâmil, orkestra sefine benzer! Farklá saz ve seslerden birlik (vahdet), uyum (armoni; âhenk) üretir yâni, farláláklará tevhîd eder.

SORU: Insan, ayná anda farklá düsünceler barándárabiliyor... Sefkat yaná gibi öfke tarafá da var... Gülü koklarken, menekseyi düsünebîliyor... Bize insandan bahseder misiniz?

YANIT: Insan, varlágán en kâmil mertebesidir, esref-i mahlukattár. Insan, kevn-i kainatán hem mebde’i hem de me’ad’ádár. Bir baska deyisle, insan, kâinatán gâyi-illeti’dir. Bir kutsî hadiste, “levlâke levlâk, ve ma hâlaktu eflâk” denmistir. Hattâ, denir ki “Ahad”, ‘Mim’i mastar ile zûhura gelip “Ahmed” oldu ki, bu da Insan-á Kâmil noktasádár, nokta-i kübra’dár.

Tasavvûfta, “Beser”, “Insan”, “Âdem” dizgesi vardár. Beser, tezkiye olmamás, aslándan haberi olmayan, serre meyyal, ham ervah insandár ki, sûreta insan olup daha insanlágáná gerçeklestirmemistir. Beser, seriat (yasa) ile kendi dásándan dizginlenir; çünkü, kendine mâlik degildir. Terbiyeye muhtaçtár. “Levlel mürebbi maareftu Rabbi”.

Insan sözcügü, “ünsiye”’ten türetilmis bir sözcüktür. Buna binâen insan, “Asl”ána ünsiyet kesbetmis, Insan-á Kâmil’e mülâki olmus, “ve nefahtu min rûhi”ye mazhar olmus varláktár. O, nefsine ârif olmak ve tezkiye ile mesgûldür.

Âdem ise, -her devirde geçerli olmak üzere- tezkiye ile selbî sáfâtlardan soyunmus (Âdem sâfiyyullah), kemâl sáfâtlará ile donanmás, “Asl”ána rücû etmis, vahdetin mazhará olan, Kâmil Insan’dár. Kemâlât, Âdem’den Hatem’e kadar bir süreçtir. Âdem sâfiyyullah , Nûh necibullah, Ibrahim hâlilullah, Mûsa kelimullah, Isa rûhullah asamalarándan geçerek Muhammed habibullah ile hitam bulan bir süreç.

SORU: Insan, kendi özünden, káymetinden ne kadar haberdar?

YANIT: Bilindigi gibi Kurân-á Kerîm’de “Kadr” diye bir sûre var. Insana kendi kadr-ü káymetini bildiren bir sûredir ama, irfân ile okumasáná bilene.

Niyâzî Másrî diyor ki: Nerden gelip, nereye gittigini bilmeyen hayvân imis.

Yine, Niyazî’den bir dogus:

Zat-i Hakk’i anla gör, zat’ándár senin,
Hep sáfatá, hem sifatindir senin,
Sen seni bilmek, necatindir senin,
Gayre bakma, sende iste sende bul.

Insanlák, genel olarak beser asamasándadár. Kuskusuz içinde, Alimler, Arifler, Zârifler, Asáklar, Kâmiller bulunan bir beseriyet. Bunlar, beseriyet agacánán olgun meyveleridir. Meyvenin olgunlugu, sâfiyet, irfâniyet ve ask iledir.

Insanán insan olmasá için Hakk’á bulmasá ve her yerde Hakk’á görmesi lâzámdár.

Yine Niyâzî’den bir dogusla noktalayalám da anlayan anlasán!

Hüsnünü izhar eder bunca sifat,
Zatina (Insan)i burhan eylemis.
Hakk’i istersen, yürü Insana bak,
(Sems-i Zât), yüzünden rahsan eylemis
Hakk yüzü (Insan) yüzünden görünür,
Zaâtin (Rahman), seklin (Insan) eylemis.
 



(alıntıdır)
« Son Düzenleme: Mayıs 30, 2011, 02:56:57 ös Gönderen: skullG »
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Eylül 06, 2009, 05:58:14 ös
Yanıtla #1

Çok güzel içerik Sevgili Ceycet..
« Son Düzenleme: Mayıs 30, 2011, 02:57:52 ös Gönderen: skullG »
הדבר היחיד לשמור על אנשים בחיים הוא אהבה וכבוד

Aimer et être aimé c’est sentir le soleil des deux cotés.

«Ոսկե Տարիքը - Փոթորիկները, չի կարող կանխել մարդիկ սիրում են ծովը.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
2 Yanıt
14298 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 03, 2011, 11:37:13 ös
Gönderen: neumann
1 Yanıt
9660 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 07, 2022, 05:48:11 ös
Gönderen: onurcelik
0 Yanıt
8823 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 01, 2011, 11:51:26 öö
Gönderen: alcyone
4 Yanıt
3281 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 08, 2013, 07:27:23 ös
Gönderen: park10
2 Yanıt
3162 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 29, 2015, 11:23:59 ös
Gönderen: MEDUSA