Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: DİYALEKTİK - 3  (Okunma sayısı 5414 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Şubat 19, 2010, 05:31:51 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Diyalektiğin en önemli yasalarından biri “nicelikten niteliğe sıçramak” olarak adlandırılır.

Bu ne demek?

Elinize bir tel parçası alın. Bir o yana bir bu yana art arda birçok kez bükün. Bu bükmeler sırasında telin büküm noktası ısınacak, incelecek zayıflayacaktır ama bükmekten vazgeçerseniz tel hâlâ olduğu gibi kalır. Ancak devam ederseniz, birdenbire kopar.

Hani “bardağı taşıran son damla” diye bir deyim kullanırız ya… Dolu bir bardak suya damla damla eklemeler yapın. Sona doğru yüzeyi şişer de şişer ve o son damlada sizin eklediğiniz kadar değil, çok daha fazlası taşar.

Bir cam parçasının üzerine çekiçle art arda çok kez ama camı kırmayacak bir şiddetle vurun. Hep aynı şiddetle vurmanıza karşın sonunda çatlayacaktır.

Bir tas suyu ağır ağır ısıtın. Önceleri sadece ısınır ama 100 dereceye geldiğinde birden kaynamaya başlar.

Siz de birçok örnek, hem benim örneklerimden çok daha iyisini verebilirsiniz.

Belki yaşamdan bir örnek bile verirsiniz; şöyle: Bir canlı yavaş yavaş ölmez. Yavaş yavaş ölüme yakınlaşır belki ama ölüm birdenbire olur.

Diyalektiğin bir diğer yasası şöyle diyor: “Bir şey hem kendisinin aynı hem kendisinden başkadır.”

Metafizik düşünce yönteminin yanılgısı, ilişki ve bağıntıların göz ardı edilmesi hatta yadsınmasından ileri gelir. Örneğin “Anne, annedir. Başka bir şey değildir.” denilebilir mi? Aynı şekilde düşünürsek,  “Bebek, bebektir. Başka bir şey değildir” Oysa burada açıkça göz ardı ettiğimiz bir nokta var: Bebek anne olmadan, anne de bebek olmadan yoktur. Annesiz bebek, bebeksiz anne tanıtlanamaz ve kavranamaz. Çünkü bebek anneyi, anne bebeği oluşturur. Bunlara babayı da ekleyebilirsiniz. Anası ve babası bilinmeyen bebekler olabilir ama her bebeğin mutlaka bir anası, bir babası vardır. Bebek yoksa, o kadın anne değildir, o adam da baba değildir. Ancak bir bebekleri doğunca “ana ve baba” olurlar.

Amaç gerçeklerin araştırılmasıdır. Gerçeklerin araştırılmasında başvurulacak olan iki araç vardır: Bilim ve akıl.

Bunun üzerine forum üyelerinden kimileri karşı çıkabilir, biliyorum. Ancak o karşıtlığın nedeni üzerinde uyuşabilir miyiz acaba? Gerçek aslında somut ve nesneldir. Bilimden de akıldan da bağımsızdır. Bilim ve akıl olmadan da vardır. Bilim ile akıl gerçeği değiştiremez.

Bu doğru da, bilim ve akıl zaten gerçeği değiştirmek gibi bir amaç taşımıyor. Sadece onu araştırmak ve anlamak için zorunlu birer araç olarak kullanılıyor. Bu demek değildir ki bilimin yasalarını ortaya koymadığı, aklın çözümleyemediği hiçbir gerçek yoktur. Aksine!... Bilim gerçeklerin yasalarını bulup açıkladıkça, akıl bu bağlamda çözümlemeler yaptıkça, ortaya çıkmış olanların henüz bulunamamış olanlara oranla pek az olduğu da anlaşılıyor. Şöyle de diyebilirim: Ne kadar çok şey biliyorsam, ne ölçüde bilgisiz olduğunu daha çok anlıyorum.

Diyalektiğin yasaları vardır dile onu bilim ile özdeşleştirmeyelim sakın. Diyalektik sadece bir yöntemdir; bilimsel yaklaşımın felsefi düşünme yöntemi olduğunu söyleyebiliriz.

İki şeyi birbirinden ayırmak gerekir; aslında birbirlerinden ayrılamasalar da: Bunlardan biri doğa yasası, diğeri onu öğrenmenin yöntemidir. Doğanın yasası ancak diyalektik yöntemle öğrenilip anlaşılabilir çünkü doğa kendi içinde diyalektiğe uygun işlemektedir. Bundan ötürü de zaten o yasa ile yöntem birbirinden ayrılamaz.

Bilimin amacı doğanın yasasını bulup ortaya koymaktır. Diyalektik ise onu inceleyip öğrenmenin yöntemidir.

Bu yöntem, düşünceyi eylem ille birlikte, kuram yani teoriyi uygulama yani pratik ile birlikte, doğruyu yanlış ile birlikte kavramayı öngörüp önerir. Böylece çağlar boyunca alışılagelmiş gelmiş olan metafizik yöntemlerden çok farklı bir eğilim izle. Dolayısıyla, alışılagelmişin de ötesinde âdeta gelenekselleşmiş olduğunu söyleyebileceğimiz felsefelere aykırı düşen bir düşünme ve inceleme tekniğidir. Öyle ki, gerçeklerin araştırılmasında herhangi bir durum, bir oluşum ya da bir değişimin “gerçek” olarak kabul edilebilmesi ve aynı anda bunun karşıtının yadsınması için sadece düşünce ile yetinilmeyip, uygulamada kanıtlanmasını da zorunlu bulur.

Evreni anlamak istiyorsunuz, değil mi?

Bunun için ona diyalektik ile işleyen bir bilinçle bakmanız gerekir çünkü evren diyalektik olarak işlemektedir, metafizik olarak değil. Üstelik evrenin sadece cansız doğadan oluşmadığını da unutmamalısınız. Canlılardan söz edildiğinde bu işin içinde insan kadar toplumun bulunduğunu da göz erı etmemelisiniz. Bilmelisiniz ki, toplumdan soyutlanmış bir insanın aklı vardır ama bilinci yoktur. Bilinci insana kazandıran toplumdur. Doğanın ne olduğu ve nasıl işlediği gibi, toplumun ne olduğu ve niçin böyle olduğu hatta düşüncenin ne olduğu ve insanın neden böyle düşündüğü bile ancak diyalektik ile incelenerek doğru bir biçimde kavranabilir.

Daha önce belirtmiş olduğum üzere; metafizikte bunların hepsi birbirinden apayrı ve bağımsız tutulur; önceden belirlenmiş belli formüllere, reçetelere bağlanır. Bu yüzden ortaya konulanın dışında hiçbir yere varılamaz ve ilerleme çabası gösterilirse ancak çıkmaza girilir. Soyutlama işlemi bir amaç olarak alınır. Böylece hep soyutta kalınır.

Diyalektikte de soyutlama vardır ama bu somut bir sonuca ulaşmak için kullanılan bir araçtır. Böylelikle, diyalektik yöntem uygulanarak araştırılacak gerçek soyutluğunu da kapsayan somut bir gerçek olacaktır.

Gerçekleri diyalektik yöntem ile irdeleyerek araştırmak, “gerçek” kavramını bütünden soyutlamaya alışmış olanların hiç de hoşuna gitmez. Nitekim bu yöntemi tutan ve beğenen olduğu kadar ona karşı çıkan ve eleştiren de olacaktır. Diyalektik de bunu gerektirir.




Bu konu başlığı altında daha çok şey yazabilirdim. Örneğin diyalektikteki “yadsımanın yadsınması” denilen yasayı özellikle bir yana bıraktım. Soluğum bu kadarına yetti. Eksiklerimi, konuyu benden çok daha iyi bilenlerin tamamlamasını dilerim.


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Şubat 19, 2010, 05:49:49 ös
Yanıtla #1

Eksiklerimi, konuyu benden çok daha iyi bilenlerin tamamlamasını dilerim.

Bunun gerçekleşebileceğine pek ihtmal veremiyorum, ne yazikki Sevgili Adam; konuya vakıf biri olarak paylaşımlarınız bilgilendirici olduğu için yeterli seviyede bilgi donanımına sahip olanlar tarafından zaten paylaşımda bulunuluyor ancak Sizin geniş bir bilgi yelpazeniz olduğu sürece hızınıza kimsenin yetişebileceğini de zannetmiyorum dedikten sonra ''yadsınmanın yadsınması '' denilen yasayı özellikle merak ettiğimi belirtmeliyim.

Umarım, kısa süre içersinde tabi kendinizi yormadan, rahatlıkla paylaşabileceğinizi diliyorum.

Saygı ve Sevgilerimle, 
הדבר היחיד לשמור על אנשים בחיים הוא אהבה וכבוד

Aimer et être aimé c’est sentir le soleil des deux cotés.

«Ոսկե Տարիքը - Փոթորիկները, չի կարող կանխել մարդիկ սիրում են ծովը.


Şubat 19, 2010, 07:00:35 ös
Yanıtla #2
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 308
  • Cinsiyet: Bay

Yadsımanın yadsınması yasası
Diyalektiğin diğer bir yasası ise yadsımanın yadsınması yasası olarak adlandırılır. Ancak en başta belirtelim ki, bir şeyi diyalektik manada yadsımak o şeyi ondan birtakım miraslar almaksızın tamamen yok etmek anlamına gelmez. Yadsıma kavramı diyalektikte, bir varlık ya da toplumsal olgunun eski koşullara göre oluşmuş durumunu, değişen koşullar çerçevesinde olumsuzlayarak aşmak demektir. Zira doğada ve toplumda hareket ve gelişmenin yasası böyledir. Daha önce var olan öncüller olmadan, hiçbir şey birdenbire ortaya çıkmaz. Diğer yandan, gelişmenin seyri içinde doğada herhangi bir varlığın herhangi bir hali veya herhangi bir toplumsal ilişki düzeyi yadsınır, aşılır. Ancak daha sonra, eskiyi yadsımış olan bu hal veya düzey de aşılacak ve böylece yadsıyan da yadsınacaktır.

Örneğin toprağa düşen bir buğday tohumu elverişli koşullara sahip olduğunda filizlenerek yeni bir buğday başağına dönüşür. Tohum, olgunlaşarak yaşlanan bitkinin yadsınmasıdır. Fakat genç bitkinin yeşermesiyle bu tohum da yadsınmış olur. Ne var ki yaşamın dönüşümü bu noktada da durmayacaktır. Bir gün bu genç bitki de yaşlanacak ve vereceği tohumların filizlenmesiyle o da aşılıp geçilecektir. Bu yasayı kavramayan ya da kabul etmeye yanaşmayan biri, bu buğday tohumunu ayağının altında ezerek onu mutlak anlamda ortadan kaldıracağını iddia edebilir. Ama doğada ve toplumda işler bu kadar basit yürümez ve diyalektiğin söz konusu yasasıyla anlatılmak istenen de zaten bu değildir. Yadsımanın yadsınması yasası, böyle ayak altında ezilip giden tohum taneleriyle ilgilenmez. Yeşermeye devam eden milyarlarca tohum tanesinin ve bunlarla devam edecek yaşamın gelişme sürecinin özelliğini anlatmaya çalışır.

Metafizikçiler diyalektiğe saldırmak için yadsımanın anlamını, yadsınan şeyi öldürmek, onu yok etmek şeklinde saptırmak isterler. Zira çelişkiyi kabul etmeyen metafizikçi için yadsımak demek, yadsınan şeyin son bulması demektir. Oysa doğa ve yaşam bu tür bir mutlaklık temelinde ilerlememektedir. Canlı yaşamın sürekliliğinde herhangi bir yadsıma ile süreç son bulmamakta, yadsıyan da günün birinde yadsınmakta ve böylece hareket, dönüşüm ve gelişim devam etmektedir. Ayrıca, doğada ve toplumsal yaşamda süreçler kısır bir döngü içindeymiş gibi kendilerini aynen tekrarlamazlar. Gelişim süreçleri, birbiri ardı sıra gelen çelişkilerle yol alan açık uçlu spirallere benzerler. Diyalektiğin üçüncü yasası, işte gelişim süreçlerinin bu özelliğini ifade eder. Diyalektik harekette, basitten karmaşığa ve hareketin alt biçimlerinden daha üst biçimlerine yükseliş söz konusudur.

Yukarda verdiğimiz buğday tohumu örneğinde olduğu gibi, toplumsal yaşamın ve düşüncenin gelişim süreci de yadsımanın yadsınması kuralı temelinde yol alır. Hatırlanacak olursa, geçmişin sınıfsız toplumu, onun içinden çıkan sınıflı toplumlar tarafından yadsınmıştır. Ama kapitalizme son verecek olan işçi devrimi sayesinde toplum komünizme ilerlediğinde, bu kez de sınıflı toplumlar gerçeği yadsınmış olacaktır. Böylece yadsımanın yadsınması ile, ilkel sınıfsız toplumdan gelişkin sınıfsız topluma ilerleyiş söz konusudur.

Mülkiyetin tarih içindeki değişimi diyalektiğin bu yasasının işleyişini somutlar. Örneğin ilkel komünal toplumun çözülüşü, çeşitli Avrupa ülkelerinde kendi üretim araçlarının sahibi olan küçük üreticileri de yaratmıştı. Bu bireysel özel mülkiyet, ilkel komünal toplumdaki ortak mülkiyetin yadsınmasıydı. Fakat tarihin ilerleyişi içinde ortaya çıkan kapitalist mülk edinme biçimiyle, bu kez de, kişisel emeğe dayanan bu bireysel özel mülkiyet biçimi yadsınacaktı. Kapitalist gelişme küçük üreticileri yıkıma sürükler ve onların küçük özel mülkleri büyük kapitalist özel mülkiyet tarafından yutulur. Büyük ölçekli üretime dayanan ve sermayenin merkezileşmesinin ifadesi olan kapitalist özel mülkiyet, küçük mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyeti ortadan kaldırır. Ama tarihsel devinim bu noktada da durmaz, çünkü bu kez de kapitalist özel mülkiyet kendini yadsıyacak maddi koşulları geliştirmeye koyulur.

Kapitalist üretim biçimi üretim araçlarını merkezileştirir, emeği toplumsallaştırır. Bunun neticesinde, üretici güçlerin gelişme düzeyi üretim araçlarının özel mülk edinilmesiyle çelişir. Kapitalist özel mülkiyet üretici güçlerin gelişimini engelleyen bir ayak bağına dönüşür. Marx’ın deyişiyle, şimdi mülksüzleştirilecek olan artık kendi hesabına çalışan küçük üretici değil, birçok işçiyi sömüren kapitalisttir. Vaktiyle küçük üreticileri mülksüzleştirerek büyük kapitalist olanların mülksüzleştirilmesinin zamanı gelmiştir. Kapitalist özel mülkiyetin ölüm çanları çalmaya başlar ve mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler. İşçi sınıfının tarihsel eylemi sayesinde üretim araçları toplum tarafından ortaklaşa mülk edinilir. Yadsımanın yadsınması ile ilerleyen bu süreç sonucunda insan toplumu yeniden ortaklaşa mülkiyet koşullarına kavuşmuş olur. Ama bu ortaklaşmacılık, ilkel komünal toplumdaki düzeyi fersah fersah aşan üstün bir tarihsel basamaktır. Kısacası incelenen örnek her ne olursa olsun, daha öncekini yadsımış olanın yadsınması başlangıç noktasına geri dönüş anlamına gelmemektedir. Gelişme süreçlerini spiral bir merdivene benzetecek olursak, bu sayede bir üst basamağa erişilmektedir.

Yadsımanın yadsınması konusunda bir başka örnek, bizzat düşüncenin gelişimi alanından verilebilir. Engels’in Anti-Dühring’de belirttiği üzere, antik Yunan felsefesi ilkel bir materyalizme dayanmış ve düşünce ile madde arasındaki ilişkiyi açığa çıkartmakta yetersiz kalmıştır. İlerleyen zaman içinde varlıkları ve olguları daha derinden kavrama çabası, bu kez maddeden ayrı bir ruhun olduğu yolundaki idealist öğretiye can vermiştir. İdealist düşünce tarzı, ruhun ölümsüzlüğünün savunusuna ve nihayetinde de tektanrılı din anlayışının ortaya çıkmasına götürmüştür. Böylece ilkçağ materyalizmi, idealist felsefe tarafından yadsınmış, aşılmış olmaktadır. Fakat daha sonraki bilimsel buluşların sonucu olarak, bu kez de idealizm artık savunulamaz bir duruma gelmiş ve o da modern materyalizm tarafından yadsınmıştır. Örneğimizde somutlanan yadsımanın yadsınması ile biçimlenen modern materyalizm, basitçe eski materyalizme dönüş değildir. Felsefe ve doğa bilimlerinin iki bin yıllık evriminin ürünü olan birikimin kavranması ve içselleştirilmesidir. Engels’in deyişiyle, zaten bu artık bir felsefe değil ama gerçek bilimler içinde yararlılığını gösterecek ve kullanılacak yalın bir dünya görüşüdür

Işık ve Sevgi ile kalın......
Işık, sadece ışık ama daha fazla ışık.......


Şubat 21, 2010, 09:43:00 ös
Yanıtla #3

Alıntı
Amaç gerçeklerin araştırılmasıdır. Gerçeklerin araştırılmasında başvurulacak olan iki araç vardır: Bilim ve akıl.

Bunun üzerine forum üyelerinden kimileri karşı çıkabilir, biliyorum. Ancak o karşıtlığın nedeni üzerinde uyuşabilir miyiz acaba? Gerçek aslında somut ve nesneldir. Bilimden de akıldan da bağımsızdır. Bilim ve akıl olmadan da vardır. Bilim ile akıl gerçeği değiştiremez.

"Diyalektik 2" başlıklı konuda devam edeceğimi söylemiştim. O devamı burada yapmayı uygun buldum çünkü orada yazdıklarımın devamı, şu yukarıda alıntıladığım düşünceyle de ilgili olacak.

Sayın Adam, "bilim ve akılın" gerçeğin bilgisini edinmek için tek yol olduğunu söylemiş ve eklemiş; "kimi forum üyeleri karşı çıkabilir" diye.

Nasıl karşı çıkmasın? Nasıl rahatsız olmasın? Çünkü bu forum üyelerinin çoğunun bugünkü bilim anlayışıyla bağdaşmayan inançları var :)

Ancak günün bilim anlayışı, Sayın Adam'ın "bilim ve akıl" dediği şeyi de adeta "mistik" buluyor. Neden? Çünkü Tanrı varlığı akılla kavranılabilir. Bilimsel metodla tanrı ispat edilemez, fakat "akıl" işin içine girerse, tanrı varlığını en azından mümkün görebilirsiniz. Yeter ki gerçeğin bilgisinde "akıl" ı da "bilim"in yanına koyun.

İşte günün felsefecileri burada ayırışıyor; "akıl" ile kendi kendine bir bilginin edinilemeyeceğinden bahsediyor. Onlar "bilim ile aklın" gerçeği bulacağını söylemiyor; sadece "bilim"in gerçeği bulabilmeye muktedir olduğunu söylüyor.

Bu, tabii ki günün hakim trendi. Kökleri 20.yy'ın ilk yarısında kendilerine Viyana Çevresi diyen bir felsefe okulunun çok ciddi etkiler göstermiş felsefesi.

"Diyalektik 2" adlı başlıkta ben de bu felsefenin yargılarıyla bir Sayın Adam'ın bence çok güzel açıkladığı diyalektik konusuna değinmiştim. Sayın Adam, metafizik ile diyalektik arasında bir ayrım yapıyordu ve buradan diyalektiği aklıyordu. Bu aslında Sayın Adam'ın kendi uydurduğu bir şey de değil, mistisizm ile pozitivizm karşıtlığı uzun süre bu kavramların karşıtlığıyla açıklanmıştır.

Ancak hem metafizik denen o idealizmin, hem de diyalektik denen aydınlanmacı felsefenin temelinde aynı olan bir şey var; akıl. Bu iki nosyon da akıl ile üretilmiş "anlama modelleri"dirler. Dolayısıyla bilim, bunları gerçek saymaz. Çünkü bilim akılla üretilen modellerin, gerçek bilgi olmayabileceğine, hepsinin toptan "metafizik" olduğuna neredeyse ortak bir konsensusla karar vermiştir.

Bunu Sayın Adam bu başlıkta da çok güzel ifade etmiş;

Alıntı
Diyalektiğin yasaları vardır diye onu bilim ile özdeşleştirmeyelim sakın. Diyalektik sadece bir yöntemdir; bilimsel yaklaşımın felsefi düşünme yöntemi olduğunu söyleyebiliriz.

İki şeyi birbirinden ayırmak gerekir; aslında birbirlerinden ayrılamasalar da: Bunlardan biri doğa yasası, diğeri onu öğrenmenin yöntemidir. Doğanın yasası ancak diyalektik yöntemle öğrenilip anlaşılabilir çünkü doğa kendi içinde diyalektiğe uygun işlemektedir. Bundan ötürü de zaten o yasa ile yöntem birbirinden ayrılamaz.

Diyalektik "yöntem" ile, bilimin farklı olduğunu Sayın Adam'ın kendisi de söylüyor burada. Yani diyalektik yöntemin bir "anlama, kavrama modeli" olduğunu belirtiyor. Evet, aynen böyledir. Diyalektik de aslında bir çeşit metafizik inançtır. (Yalnız buradaki "metafizik" kavramını, Sayın Adam'ın "metafizik" kavramından ayrı kullanıyorum. Aslında Sayın Adam'ın "metafizik" dediği şey, "mutlak idealizm"dir, en büyük ve en tanınır düşünürü ise Platon'dur. Hatırlayın, Platon'un bir "ideler dünyası" vardı. Ona göre aklımıza ne kadar şey gelirse, ve varolan her şey için o kadar "ide" vardı öte dünyada (ideler evreninde). Her şey Sayın Adam'ın dediği gibi apayrı ve birbiriyle ilişkisizdi Platon'un evreninde de. İşte bu tür bir Platon metafiziğini eleştiriyor Sayın Adam. Ancak bu kavram Descartes ile biraz daha iyileşmişti. Aslında bunları benim ayrı bir başlık açarak anlatmam gerek fakat bir türlü kendimi zorlayamıyorum.)

Diyalektik de bir metafizik inançtır dedik. Tıpkı (Sayın Adam'ın metafizik dediği) Platon idealizmi gibi. Platon bu teorisini kurarken Aristoteles gibi nesneye eğilmemişti. Tüm teorisini oturduğu yerden masa başında kurgulamış olduğu söylenir. Neden? Çünkü idealizm, nesnelerin bilgisini algılayan duyularımıza güvenmez. En güvendiği duyusu "aklı"dır. Deney araçlarına güvenmez. Dolayısıyla "bilim"e güvenmez. Şimdi neden Sayın Adam'ın bu tür metafiziği eleştirdiğini anlamış olduk. Çünkü gerçekten de bu tür bir metafizik eleştirilmeyi hak ediyor.

Ancak aynı şekilde diyalektik metod da eleştirilmeyi hak ediyor. Benim Sayın Adam'la ayrıldığım nokta burası.

Aslında Sayın Adam, diyalektik metod dediği yöntemin içine bugünkü bilimin deneysel metodlarını da koymuş. Ben bunları kastetmiyorum. Ben, diyalektik derken, doğrudan "zıtların uyumu" "belirsizlik" "herşey olabilirlik" "durgun, sabit bir şey olmayış" vb. olarak görülen ön kabulleri kastediyorum.

İşte yukarıdaki alıntının son cümlelerine bu yüzden katılmıyorum;

Alıntı
Doğanın yasası ancak diyalektik yöntemle öğrenilip anlaşılabilir çünkü doğa kendi içinde diyalektiğe uygun işlemektedir. Bundan ötürü de zaten o yasa ile yöntem birbirinden ayrılamaz.

"Doğanın diyalektiğe uygun işlediği" teorisi bence bir varsayımdır.

Neden?

Bunu da bir sonraki mesajda yazmak istiyorum.

Saygılar.

Karanlıklar prensi bir beyefendidir. W.Shakespeare


Şubat 22, 2010, 08:20:28 öö
Yanıtla #4
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Bu başlık altındaki çalışmaları izleyenler olarak Sayın Popperist'e teşekkür etmeliyiz.

Bir tartışma işte böyle uygar, düzeyli, kavramalı, toleranslı bir tarzda yapılır. Sayın Popperist ile ayrıldığımız nokta kavramlarında tanımlarında; onları da çok iyi ortaya koymuş. Bunun üzerine bir de «Hayır, o öyle değildir; şöyledir.» diyerek diretmeci bir tutum takınmanın anlamı yok. İzleyiciler hepsini birden göz önüne alıp kendi çıkarımlarını yapacaktır.

Anlaşılan Sayın popperist'in bu bağlamdaki sözleri bitmedi. Sonrası da olacak. Onu da bekleyelim.

Sevgiler.
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Mart 10, 2010, 09:24:45 ös
Yanıtla #5

Aklıma bölük pörçük gelen bir kaç örnekle, diyalektiğin ne olduğuna dair bir ara not daha düşeyim.

Yukarıda

" "Doğanın diyalektiğe uygun işlediği" teorisi bence bir varsayımdır.

Neden?

Bunu da bir sonraki mesajda yazmak istiyorum."

Demiştim.

Ama önce diyalektiğin kendini hissettirdiği bir alan olan insan ilişkileri ve toplumsal ilişkilere bakmak lazım. Ben bu konuyu pek araştırmadım, fakat aklımda bunu en iyi belirtenin Karl Marks olduğu kalmış.

Bence, diyalektikle işleyen bir şey varsa, o doğanın kendisi değil, insan ilişkileridir. Bir kimyasal tepkimede diyalektiği görmek  ve anlamak mümkün değildir. Fakat toplumsal ilişkilerde (Marks'ın, Hegel'in deyimiyle "tarih"te) diyalektik, bu kavramı anlamamız için birçok örnek sunuyor.

Marks mesela, kapitalizme ve serbest piyasaya karşıydı. Fakat pek az kişi, Marks'ın "fakat kapitalistlere üretimi bu noktaya getirdikleri için teşekkür etmeliyiz, onlar oynamak zorunda oldukları rolü oynuyorlardı" demesine önem verir.

Marks'a göre, insan bireyi, yaptıklarından sorumlu olamaz. Çünkü tarihte oynaması gereken rolü oynamak durumunadır ve burada kendi özgürlüğü yoktur. Kapitalistler, tarihin bir döneminde gelmek zorunda olan bir zümreydi der, fakat  bu zümre ve bu zümrenin felsefesi de ileride bir tepkiyle kırılacaktır der. Dolayısıyla aslında Marks'ta, kapitalist bireye bir öfke yoktur, çünkü tarihin akışı içinde sermayeyi kuranların, sermayesini savunmak durumunda kalacaklarını bilir. Fakat ekler; yine bir dönem gelecek ve sosyalizm kazanacaktır; nasıl tarihin belli bazı koşulları kapitalizmi ve kapitalistleri doğurmuşsa, bir dönemi de sosyalizmi ve sosyalistleri doğuracaktır.

Burada önemli olan şudur:  Marks bunları söylerken, tüm bu dönüşümlerin, insanın bilinçli zihniyle aldığı kararlar neticesinde yaşandığını değil, hiç kimsenin elinde olmayan tarihsel koşulların kendi sonucunu yarattığını, bu konuda insanların bir etkisinin olmadığını kasteder. Yani gün gelecek feodalizm yıkılacak, kapitalizm gelecek. Gün gelecek yığınlar birleşip bu kapitalizmi yıkacak ve sosyalizm gelecek. Bunlar, insan istese de istemese de tarihin kendi sürecinde yaşanacak olan olaylardır, insanın bilinçli eforu burada söz konusu değildir.

İşte Hegel'ist diyalektik bilgeliği budur: Kimse yaptığından sorumlu değildir, çünkü insan kararlarını ve davranışlarını etkileyen daha büyük unsurlar (toplumsal değişkenler) vardır. (Pek tabii olarak bu insan özgürlüğünün mümkün olmadığı anlamına gelir. Halbuki İbrahimi dinler; doğa şartlarının insan davranışını değiştirip değiştirmemesini hiç anlamaz; İnsan tüm eylemlerinden sorumludur der.)

Bu biraz çetrefilli bir örnek oldu, fakat bu örnek çokça dile getirildiği için önce bunu verdim.

Şimdi Türkiye'den birkaç örnek verelim.

Diyalektik, eğer tez ile antitezin çarpışıp bir sükuna ermeyle bir dönem "sentez" e ulaşmaksa, bu toplumsal olaylarda şu şekilde gözlenir:

Mesela 80 darbesi meselesi.

Dikkat edin, 80 darbesi sonrası Türkiye'si bir denge dönemidir. O dönemi bugün solcular da sağcılar da savunamaz. Çünkü darbe öncesi ortalıkta dolaşan o korkunç güvensizlik ve cinayet ortamı, insanı bir askeri darbeye onay vermeye itiyor. Bugün ise hem liberaller, hem sosyalistler, o darbeye lanet okur. Fakat darbe olmasaydı belki yıllar sürecek, ülkeyi bölecek olan o anarşi ortamı kimbilir bu darbenin verdiği zarardan kaç katını verecekti. Burada solcular da, liberaller de, ülkücüler de bu demin söylediğim konudan haberleri vardır. Fakat bu konuyu sürekli görmezden gelirler. Çünkü hepsinin "yanlış" diye nitelendirdiği o darbe, bir güven ortamı yaratmıştır ve bu hiç de savunulmayacak bir unsur değildir.  Bu, işte toplumsal olaylarda diyalektiğin, insan bilincini ve yargılarını ellerini kollarını bağladığı bir etkisidir.

Yine 28 Şubat süreci. Bugün muhafazakarlar ve liberaller, 28 Şubat'ı kıyasıya eleştirir. Ancak, 28 Şubat'ın çok garip sonuçları olmuştur: Dönemin katı islami söylemi yumuşamak zorunda kalmış ve bugün statükoya karşı liberal bir sese dönüşmüştür. Üstelik o dönemin mağdurları, eğer 28 Şubat yaşanmamış olsaydı, bugünkü güçlerine ulaşamayacak bir sürece doğru gideceklerdi. Bugünün iktidarı, geçmiş islamcı milli görüş çizgisinden "değişime" uğrayarak iktidar olmuşlardır. Darbe olmuştur; fakat darbe aynı zamanda iyi bir de ders olmuştur. Bugünün siyasi iktidarı, bugün iktidarda olmasını o darbeye borçludur. 

Yani geçmişe dönüp 28 Şubat'ı eleştirmekte bir tuhaflık vardır; olmamasını istediği şey, aslında kendini değiştiren şeydir de. Burada, o değişim, 28 Şubat "uyaran"ıyla olduğu için, 28 Şubat'ın olmamasını dilemek, kendisinin olmamasını dilemek gibidir. Liberaller de bu gerçeği bilir. Fakat sürekli 28 Şubat'ı eleştirirler. 28 Şubat olmasaydı, bugün eleştirecekleri daha katı yönetimli bir siyasi iktidar olacaktı. Ve o siyasi iktidarın yönetimi altında belki bugünkü kadar bile özgür olamayacaklardı. "ben hizbullahım" diye bağıran Şevki Yılmaz'ları hatırlasanıza... (Hoş, gerçi o süreç yaşanmamış olsaydı, başka bir diyalektik süreç işleyecekti; ordu müdahale etmeseydi, bu sefer o siyasi iktidar, katılığı nedeniyle hızla oy kaybedecekti, ve demokrasi "değiştiren" unsur olacaktı).

Yani bugün 28 Şubat'ı övenler, aslında kendilerini bugün sistemin dışına atmış bir nedeni övmekte olduğu için çelişkidedirler. 28 Şubat'ı eleştirenler ise, bugün kendilerine bu yumuşamış, daha demokrat ve liberal söylemli bir iktidara neden olan bir şeyi eleştirdiği için çelişkidedirler. Burada diyalektik süreç, insanın elini kolunu bağlar. Bazen tarihte gerçekten öyle şeyler olur ki, yanlış sonuca yol açacağını sanırsın fakat gelmiş sana yaramıştır. Yine doğru sonuca yol açacak diye tarihe müdahale edersin, fakat o süreç seni daha çok safdışı bırakmıştır. Tüm bunlar, 28 Şubat sonrası toplumsal diyalektiğin sonuçlarıdır. Halbuki 1000 yıl o sürecin sürmesi öngörülmüştü.

Diyalektik hep evdeki hesabın çarşıya uymadığını gösterir. Bu yüzden diyalektiğe yakın filozoflar, hep "doğru bilginin" olanaksız olduğunu iddia etmişlerdir. "Her şey akar"  "Her şey değişim içindedir" dolayısıyla, mutlak, absolü bir şey yoktur derler. Bu söylem rasyonalistleri kızdırır, onlar değişmeyen bir şeylerin olduğuna inanırlar.

Bu diyalektik bilgeliğinin kökünün Antik Yunan değil, Uzak Doğu olduğu söylenir.

İlk diyalektikçi Herakleitos'un kendi felsefesini oluştururken Pers kaynaklarından yararlandığı söylenir.

Pers'te ne vardır? Zerdüştçülük: İyi ve kötünün dengeli birliği.

Pers'in doğusunda ne vardır: Ying ve yang.

Kimbilir, belki Budist'lerin tembel tembel dağda pinekleyip, hiçbir şey yapmayarak ibadet etmelerinin sebebi de bu diyalektik süreci fazla kızıştırmamak istemelerinden ileri gelir; insan eylemlerinin umulmadık sonuçlara yol açacağının "bilgeliğinde" olarak, çok fazla müdahil, çok fazla ihtiraslı olmamanın gerektiğinine inanarak, insanlara dinginliği, az yemeyi, azla yetinmeyi öğütlerler. Ben burada çok büyük bir alaka görüyorum.

Diyalektiğin en büyük düşmanı ise Aristoteles mantığıdır.

Diyalektikte bir şey hep aynı şey değildir. Fakat Aristoteles'te "A, A'dır" bir şey, bir neden olmadan değişmez. İnsan ise, gelecek planını (bu nedeni denkleme dahil edecek bir durum görmediğinden) rasyonel bir şekilde yapabilir, boyundan büyük genellemelerde bulunabilir. Çoğu rasyonalistin ve hatta benim yaptığım gibi :)

Ben kişisel olarak diyalektik sürecin sadece toplumsal alanda işler gibi görünen bir süreç olduğuna inanıyorum. Aslında olaylara mikroskopla bakılsa, diyalektik süreci yaratan her bir "değişken"in, kendi içinde bir rasyonalitesi olduğuna inanıyorum. İnsanın, Marks'n dediği kadar "etkisiz" bir eleman olmadığına inanmak istiyorum. Hegel'in dediği gibi en gerçek şeyin "tarihin ruhu" "zamanın ruhu" "zeitgeist" gibi bir fenomen değil, insan ve insan özgürlüğü olduğuna inanmak istiyorum. İnsanın geleceğe yönelik planlarında, denkleme her değişkeni ekleyemeyecek olmasının FARKINDA olarak, boyundan büyük kesin, net şeyler söylememesi gerektiğine, ve böylece diyalektik çarpışma dozunun ve herkesin planlarını alt üst eden o tepkimelerin daha az hasarla atlatılması gerektiğine inanıyorum.


Karanlıklar prensi bir beyefendidir. W.Shakespeare


Mart 10, 2010, 09:54:53 ös
Yanıtla #6

Aslında yukarıda "İbrahimi dinler diyalektikten anlamaz; insana sorumluluk yükler. " demiştim. Biraz haksızlık etmişim.

Diyalektiğin, Kuran'ın en kapalı, en ezoterik suresi olan Kehf suresinde izlerini görüyorum. Önce ayetleri vereyim;

Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık) denizde bir akıntıya doğru (veya bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu. (Kehf Suresi, 61)

(Varmaları gereken yere gelip) Geçtiklerinde (Musa) genç-yardımcısına dedi ki: "Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk." (Kehf Suresi, 62)

(Genç-yardımcısı) Dedi ki: "Gördün mü, kayaya sığındığımızda, ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu." (Kehf Suresi, 63)

(Musa) Dedi ki: "Bizim de aradığımız buydu." Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler. (Kehf Suresi, 64)

Derken, Katımız'dan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular. (Kehf Suresi, 65)

Musa ona dedi ki: "Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" (Kehf Suresi, 66)


Dedi ki: "Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin." (Kehf Suresi, 67)

(Böyleyken) "Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?" (Kehf Suresi, 68)

(Musa:) "İnşaAllah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim" dedi. (Kehf Suresi, 69)

Dedi ki: "Eğer bana uyacak olursan, hiçbir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar." (Kehf Suresi, 70)

Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: "İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın." (Kehf Suresi, 71)

Dedi ki: "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?" (Kehf Suresi, 72)

(Musa:) "Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma" dedi. (Kehf Suresi, 73)

Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: "Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın." (Kehf Suresi, 74)

Dedi ki: "Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?" (Kehf Suresi, 75)

(Musa:) "Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun" dedi. (Kehf Suresi, 76)

(Yine) Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşa etti. (Musa) Dedi ki: "Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin." (Kehf Suresi, 77)

Dedi ki: "İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim. (Kehf Suresi, 78)

"Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı." (Kehf Suresi, 79)

"Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk." (Kehf Suresi, 80)

Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik." (Kehf Suresi, 81)

"Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu." (Kehf Suresi, 82)

Sana (Ey Muhammed,) Zu'l-Karneyn hakkında sorarlar. De ki: "Size, ondan 'öğüt ve hatırlatma olarak' (bazı bilgiler) vereceğim. (Kehf Suresi, 83)


Burada çok büyük bir hikmet insanlığa açıklanmıştır.

Dikkat edin, Musa, aslında Aristoteles mantığıyla düşünüyor; Cinayet kötüdür, Mala zarar vermek kötüdür, Vandallık etmek kötüdür.

Hangi birimiz böyle düşünmüyoruz ki? Aslında Aristoteles, sadece bizim kendi mantığımızı kağıda dökmüş ve tanımlamıştır. Aslında düşünce biçimimiz Hz. Musa'nınkinin aynı.

Biz, bir cinayet gördüğümüzde hemen müdahil oluruz, engelleriz, engelleyemezsek kınarız, elimizden geleni yaparız. Kötü olduğunu da iddia ederiz. Çünkü öyledir.

Fakat bizim bilemeyeceğimiz birçok şey olabilir. Bizim bilgilerimizin içine girmeyen, kendi sınırlı algılarımızın algıladığı o değişkenlerin içine girmeyen bir çok unsur olabilir.

Düşünsenize, KADER olgusu, İslam'da ne kadar çok tartışılmıştır. Çok önemli bir konudur; İmanın (teizmin) 6 şartından biri; kaza kader hayır ve şerrin (tüm kötülük, iyilik ve nötr olayların) Allah'tan gelme olduğuna inanmak.

İslamda Kader olgusu hala bir sonuca bağlanmamıştır. Ve bu gidişle de bağlanamayacak görünmektedir. Çünkü insanın bilgisini kuşatan, ondan üstün bazı dengeler vardır. Senin yanlış diye bildiğin ve şikayet ettiğin şey, aslında hiç de yanlış olmayabilir.

Ancak Kuran'da ve yine Tevrat'ta, İncil'de, insanın cinayet işlememesi emredilir.

Herhalde insanlığa söylenen şey şu; "Senin elinde olmayan, senin hiç bilemeyeceğin, hatta açıkça zalimlik diye adlandırabileceğin birçok olay hakkında verdiğin yargılarda aceleci davranma. İsyan bayrağını çekme. Senin bilmediğin birçok etken işin içinde olabilir. Sen insan olarak hiçbir zaman olayları tamı tamına kavrayacak nitelikte değilsin. Ama yine de öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, zina etmeyeceksin.. ve diğer emirler"

Sayın Adam'da bir iletisinde "Evrenin bu kadar büyük olduğu, evrenin bu kadar sınırsız olduğu bir yerde, insan bilgisinden şüphe etmelidir. İnsan her şeyi bilemez" demişti. Bu görüşle örtüşüyor.

Biz, kader'in bilincinde olarak olaylara yaklaşırsak, peşin hükümlerimizden kurtuluruz. Bunu hem din söyler, hem de bilim felsefesi. İster din ile yola çıkın, ister seküler felsefe ile, "insanın bilgisinin sınırlı olduğunu" kabul etmeden birtakım olaylar hakkında boyumuzdan büyük hükümler verebilir, savaşlar çıkarabiliriz. Bunlar olmasa bile işlerimiz kötüleşebilir, insan ilişkilerimiz katılaşabilir, umutsuzlaşabilir ve aşırı mekanikleşebiliriz.

Bu suredeki o "bilgili kişi"nin kim olduğunu merak ediyorum ben. Aklıma beyazlara bürünmüş bir ak sakallı imajı geliyor :) Bu, Kuran'da anlatıldığına göre inanan için gerçek bir olay olarak kabul edilmesi gerek. O halde insan, bu hikmete ulaşabiliyor. Fakat bu hikmet öyle bir şey ki, peygamber olmak bile anlamaya yetmiyor.

Hikaye'ye bakarsak, Hz. Musa'nın, o kişiye sorgusuz sualsiz tabi olması, peygamber olmadan önceki zamanına aitmiş gibi duruyor. Hz. Musa'nın bu olaydan alacağı bilgi, "bilgisinin sınırlarının farkında olmak" olmuştur. Ve onu bugün peygamber diye tanımamızın sebeplerinden biri de budur diye düşünüyorum.
« Son Düzenleme: Mart 10, 2010, 10:04:06 ös Gönderen: popperist »
Karanlıklar prensi bir beyefendidir. W.Shakespeare


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
1883 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 09, 2007, 01:10:36 öö
Gönderen: shemuel
1 Yanıt
2509 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 17, 2010, 09:24:08 ös
Gönderen: popperist
2 Yanıt
2940 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 20, 2010, 12:18:30 öö
Gönderen: popperist