Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Insan İcgudusu- Robert WINSTON - Ozet  (Okunma sayısı 12532 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 09, 2011, 03:41:40 öö
  • Administrator
  • Uzman Uye
  • *
  • İleti: 9553
  • Cinsiyet: Bay
    • Masonluk, Masonlardan Öğrenilmelidir

Sayin Uyeler,

Insan İcgudusu Kitabinin bir Kardesim tarafindan kisaltilmis 24 sayfalik ozeti asagidadir.

Saygilarimla



Insan İcgudusu
Robert WINSTON

GİRİŞ
EN MERAKLI HAYVAN

Elmas ender bulunur, güzeldir ve sanki bu dünyaya ait değilmiş gibidir. Elması kıymetli yapan neyse zekâyı kıymetli yapan da odur.
İnsan bilinci genellikle biyolojik varlığımızın sınırlarını aşabilecek saf ve her şeyi bilen bir akıl olarak resmedilir. Stanley Kubrick ve Arthur C. Clarke’ın 2001: Bir Uzay Macerası adlı filmlerinde insanlığın geleceği hayalet gibi uçan bir baloncuk içinde oturmuş dünyaya ve üzerinde yaşayan insanlara yukarıdan bakan bir tür uzay çocuğu imgesi aracılığıyla betimlenir. Ama biz bedenlerinden kurtulmuş havada serbestçe uçuşan ruhlar değiliz. Zihnimizin kökleri ta evrimsel geçmişimizin derinliklerine uzanıyor. Aklımız içgüdüler, önyargılar, hem bencillik hem de sevecenlikle dolu arzu katmanlarıyla sarılıp sarmalanmıştır ve temelinde hayatta kalma ve üreme istekleri yatmaktadır.
Düşünen insanların çoğu bugün evrim teorisini tamamen kabul etmektedir. Belki de yaratılışçılar dışında pek az kişi insanın kuyruksuz maymunların soyundan geldiği ve bu maymunların da daha ilkel memelilerden evrildiği fikrini reddetmektedir.
Bu kitap aslında hepimizin merakını uyandıran içgüdüleri ele almaktadır. Örneğin, dehşetli bir havada 6000 metre yüksekteki bir buz yarığının içinde bacağı kırık aç susuz ve yalnız kalan dağcı Joe Simpson gibi bir adamın, acısını unutup uyuma itkisini yenerek yarı bilinçli bir halde üç gün boyunca sürüne sürüne üs kampa geri dönmesini saylayan şey nedir? Bazı kişileri yeşil ışık yandığı zaman otomobili en hızlı şekilde kaldırmak için gaz pedalına sonuna dek basmaya iten şey nedir? Her şeye gücü yeten bir varlık fikri akıl dışı olmasına karşın bu kadar çok sayıda insan nasıl oluyor da dinsel görüşlere sahip olabiliyor ve Tanrıya inanabiliyor?
Beş milyon yıl önce hominid atalarımız şanslarını savanada denemek üzere, seyrekleşmeye başlayan ormanlardaki ağaçlardan yere indiler. Buz Çağı onları yeni bir çevreye uyum sağlamaya zorluyordu.
Savanadaki bu yaşama beyni bir şempanzeninkiyle aynı büyüklükte olan Australopithecus olarak başladık. Bu beynin büyüklüğü sonraki üç milyon yıl içinde üç katına çıktı.
Alet yapmayı ve kullanmayı öğrendik. Ateşi ve kullanım alanlarını keşfettik. Birbirimizle konuşmaya başladık. Konuşma toplumsal yaşamı mümkün hale getirdi.
İcgüdü ve Genler
Okuduğunuz kitabın konusu işte bu genetik yüktür. Ama önce izninizle içgüdü sözcüğüyle ne demek istediğimi anlatayım.
İçgüdü aslında davranışlarımızın öğrenmediğimiz kısmıdır diyebiliriz. İçgüdü; eylem, arzu, akıl ve davranışların geçmişten miras olarak devralınan öğeleridir ve kesinlikle insansal olan içgüdüler savanada geçirdiğimiz zaman zarfında bilenen içgüdülerdir. Bugün miras olarak aldığımız nitelikler hakkında Darwin’in bildiğinden çok daha fazla şey biliyoruz; bu niteliklerin genler aracılığıyla aktarıldığını biliyoruz.
İnsan genomunun dizilemesinin tamamlanması insan bilimleri tarihinde bir dönüm noktasıdır. Genetik alanının önde gelen kişilikleri ilk kez 1985 yılında Santa Cruz’da fikri tartışmak üzere buluştular ve fikrin gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı sonucuna vardılar. Ama 1988’de Amerikan hükümeti projeyi resmen onayladı. DNA dizileme ve bilgisayar teknolojilerinde hızlı ilerlemeler kaydedilmesiyle birlikte bu düşünceler süratle değişti ve İnsan Genomu Projesi 2001 yılında tamamlandı. Araştırma ekibi tarafından DNA çift sarmalının basamaklarını simgeleyen üç milyar harften (A, T, G ve C harflerinden) oluşan bir liste yayımlandı.
Kişiden kişiye kabaca her bin harften sadece biri değişmektedir. Bu binde birlik farklılık insanın fizyolojisini, hormon dengesini, kanser geliştirme ya da mavi gözlü olma eğilimini belirlemektedir.

Beynin gelişimini belirleyen büyük ölçüde bu genetik şifredir. Beynin fiziksel yapısının incelenmesi bize çok fazla fikir vermez ve biz bugün beyinle ilgili tıbbi tedavilerin büyük kısmını üstünkörü uygulamaktayız.
İnsanlık yirminci yüzyılda etkileyici bilimsel başarılar elde etti. Bunlardan ilki Einstein’ın Newton fiziğine cesurca meydan okuyan özel ve genel görelilik teorileriydi.
İnsan davranışı (içgüdüsel, fizyolojik, mantıksal, duygusal vs.) pek çok etmenin ürünüdür. Bu nedenle tahmin edilmesi olanaksızdır ve açıklanması olağanüstü derecede karmaşık bir süreçtir.
Yaklaşık son elli yıl içinde doğal seçilimin nasıl işlediği hakkında pek çok ayrıntıyı öğrendik. Doğal seçilimin mantığına ilişkin oldukça iyi açıklamalar bulundu. Bu kavramın merkezinde bencil gen fikri bulunmaktadır. Bencil gen sadece kaynak ve eş bulmak için verdiğimiz mücadeleyi etkilemekle kalmamakta, seks ve aile yaşamlarımızın evrildiği koşulları da belirlemektedir.
Doğal Seçilim ve Adaptasyon
Biyolojik adaptasyonların zarafeti, simetrisi ve verimliliği doğanın her yanında görülebilir. Ama evrim kusursuz değildir. Doğal seçilimin her soruna en iyi, en ucuz ve en zarif çözümü bulduğunu sanma tuzağına düşmemeliyiz. Pek çok adaptasyon yetenekli ve hünerli bir biyoloji mühendisinin eseriymiş gibi görünür, ama baştan savılmış, iyi düşünülmeden yapılmış ya da başarısızlıkla sonuçlanmış hissini uyandıran örnekler de vardır. Gözlerimiz bunun benzersiz örneklerinden biridir. Benzersiz nitelikte görüş ve renk tanımlama niteliklerine sahiptirler. Çok iyi çalışır durumda oldukları zaman kendi kendilerine hızlı şekilde odaklama ve doğru şekilde pozlama yaparlar. Ama pek çoğumuz miyobuz ve katarakt çok yaygın bir rahatsızlık. Ve gözün önemli bir tasarım kusuru var: Işığa duyarlı retina sinir ve kan damarlarından oluşan bir tabakanın arkasında bulunuyor ve bu besleme boruları retinaya ulaşan ışık miktarını kısıtlıyor.
Evrim kusursuz değildir, çünkü daima değişim içerir.
Bugün sıfırdan bir insan kulağı tasarlayacak olsak, modası geçmiş bir şeyin değişik bir çeşidini üretmememiz daha iyi olur. Ama şunu da vurgulamak isterim ki, insan beyninin bazı görevleri yerine getirmek üzere birtakım adaptasyonlar geçirmiş görünmesi bizim gördüğümüz şeylerin gerçek adaptasyonlar olduğu anlamına gelmez.
İnsan aklı hem daha karmaşık hem daha esnektir. Genlerimizin kölesi değiliz, ama onlardan çok fazla etkileniyoruz. Adaptasyonları başka her şeyden ayırmak son derece güçtür. Savananın işaretlerini insan etkinliğinin kaotik cereyanından süzüp ayırmaya çalışmak zorundayız. Bazı insan davranışlarının tüm kültürlerde bulunması bunların genetik yapımızın ürünü olduğu anlamına gelmez. Daniel Dennett’in işaret ettiği gibi, mızrak kullanan tüm toplumlarda mızrak sivri ucu ileri doğru tutularak atılır, ama bu olgu insan genomunda “sivri ucu ileri doğru tut” geni bulunduğu anlamına gelmez.
Dış dünyayla başa çıkmamızı sağlayan bilişsel mekanizmalarımız (yüz tanıma, dil öğrenme ve duygusal gelişim) kendiliğinden ortaya çıkmamaktadır. Belli bir noktadan sonra, bu mekanizmaları çalıştırmak için vakit çok geç olabilir.
Tıpkı bir çocuğun yetişme süreci gibi evrim süreci de kültürün gelişimiyle iç içe geçmiştir ve kültür evrimin bizi bugünkü halimize sokmasından çok daha önce başlamıştır.
Bize en büyük baskıyı evrimsel geçmişimiz yapar. Ama insan davranışının genetik öğesi kültür ortamından daima etkilenir. Bir senaryo yazarı filmden ne kadar sorumluysa genler de insan aklından o kadar sorumludur. Senaryo filmin temelini oluşturur, ama filmin görünüşü ve üslubu yönetmen, tasarımcı, editör vs. tarafından belirlenir.
Diyaloglardan bazıları film setinde doğaçlama üretilir, bazen yazar işten atılır ve senaryo yeniden yazılır. Ve benim en sevdiğim oyun yazarı Pirandello Luigi’nin gözlemiş olduğu gibi, filmi izleyen herkes farklı bir yorum getirebilir.



BÖLÜM 1
HAYATTA KALMANIN KÖKENLERİ

Soğuk, karanlık, yağmurlu ve sisli bir akşam vakti yürüyerek evinize dönüyorsunuz. Omzunuzun üstünden geriye doğru bir göz atınca loş sokak lambasının ışığında size doğru yaklaşan bir adam görüyorsunuz. Sizden daha hızlı yürüyor ve yürürken sürekli size bakıyor. Etrafta siz ve o yabancıdan başka kimse yok. Ev birden çok uzak görünüyor. Bir anda korkuya kapılıyorsunuz. Kalbiniz deli gibi çarpmaya başlıyor, ağzınız kupkuru oluyor ve içinizde eve doğru koşup kendinizi güvence altına almak için büyük bir itki duyuyorsunuz.
Bu denli korkmanızın nedeni çok basit. Vücudunuzun içinde kıyamet kopuyor. Biyolojik sirenler ve alarmlar çalıyor. Saldırıya uğrama olasılığını ışık hızıyla algılayan beyniniz ve otonom sinir sisteminiz (bağırsak, kalp, damarlar ve akciğerleri kontrol eden otomatik mekanizma) son hızla çalışmaya başlıyor ve vücudunuza devasa miktarda adrenalin salgılatıyor.
Adrenalin kalbinizin daha hızlı atmasını sağlıyor, normal atım sayısını iki ya da üç katına çıkarıyor. Aynı zamanda çok daha hızlı soluk alıp vermeye başlıyorsunuz ve kan vücudunuzda daha hızlı dolaşmaya başlıyor. Vücudunuzdaki tüm enerjinin sizi yaklaşan tehditten kurtarmak için kullanılması gerekirken o an mide ve bağırsaklarınızın öğleyin yediğiniz yemeği sindirmekle harıl harıl uğraşmasının pek bir anlamı yok.
Adrenalin ve kortizol hızla kanınıza karışmaya devam ederken, gözbebekleriniz küçülerek karanlıkta daha iyi görmenizi ve çevrenizdeki hareketleri daha iyi fark etmenizi sağlıyor. Alacağınız yaraların kaçış süreci üzerine toplanan dikkatinizi dağıtmaması için bir tür ağrı kesici etki yaratılıyor. Kasların aniden yoğun şekilde çalışmasına yardımcı olmak için vücudunuzdaki acil durum glikoz rezervleri devreye sokuluyor. Bağışıklık sisteminiz bile ciddi bir yaralanma olasılığına karşı harekete geçiyor. Birkaç saniye içinde vücudunuz sizi kaçma ya da savaşmaya fiziksel ve psikolojik bakımdan olağanüstü ölçüde hazır hale getiriyor. Siz de tehdide karşı bu iki eylemden en uygun olanını seçiyorsunuz.
Bir mülakat öncesinde heyecana kapılmamızı, bir konuşma yapmamıza birkaç dakika kala ağzımızın ve boğazımızın kurumasını, geceleyin beklenmedik bir gürültü duyunca kalp atışlarımızın hızlanmasını ve yerimizden fırlamamızı çoğu zaman vücudumuzun verdiği aşırı tepkiler olarak görürüz. Peki, bu fiziksel ve psikolojik tepkiler nereden gelmektedir? Bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığımızda daha hızlı soluk alıp vermeyi çocukken öğrenmediğimiz gibi kalp atışlarımızı bilinçli olarak bu denli hızlandırmamız ya da vücudumuzu adrenalin üretmeye zorlamamamız da mümkün değildir. Aslında başımıza gelen şey en eski insan atalarımızla bağlantıya geçmekten ibarettir.
Cam kavanozu içinde dolaşan turuncu balığınızı korkutmayı deneyin. Eğer suya bir ağ ya da tehdit edici bir başka nesne sokarsanız hemen sizinkine benzer bir tepki verdiğini göreceksiniz. Yüzgeçlerini dikleştirip, solungaçlarını ve ağzını hızlı hızlı açıp kapayarak hemen oradan kaçmaya hazırlanacaktır. Bu korku tepkisine neden olan şey balığa eski çağlardan miras kalan aynı hormondur; adrenalin.
Atalarımız ilk insanlar kendilerini yırtıcılardan ve tehlikelerden koruyacak olağanüstü derecede başarılı yöntemler geliştirmiş olmalıdır. Evrim süreci içerisinde ortaya çıkmış fizyolojik ve psikolojik tepkilerden ibaret olan bu yöntemler atalarımızın hayatta kalması bakımından öylesine önemli olmuşlardır ki, bugün hâlâ bizim tarafımızdan kullanılmaktadır.
İçgüdünün Yeri
Tüm içgüdülerimizin kontrol merkezi beyin ve omuriliktir.
Limbik beyni içgüdülerimizin hepsini değilse de pek çoğunu üreten bir alan olarak düşünmek büyük ölçüde doğrudur.
Bugün beyindeki duygu ve düşüncelerin resmini çekebiliyoruz. Beyni birkaç kez tarayarak ve sonuçları bilgisayarda analiz ederek ayrıntılı bir üçboyutlu resim elde edebiliyoruz.
Amigdala
Amigdala daha çok nörolojik bir kavşak, sinir yollarından oluşan ağın merkezi, tehlike anında süratle eyleme geçmeye hazır özel bir “acil müdahale birimi” gibidir. Amigdalanın nasıl çalıştığını kısaca anlatalım. Ormanda yürürken yolun üzerinde ince uzun, pürüzsüz ve kıvrımlı bir nesne görüyorsunuz.
Siz “Yılan!” bile diyemeden amigdalanız korku tepkisini tetikliyor ve içinizde biyokimyasal bir çağlayan akmaya başlayarak vücudunuzu muhtemel tehdide hazırlıyor. Amigdala yılanları tehdit olarak görür, bu yüzden vücudunu fiziksel kaynaklarının (savaşmak ya da kaçmak amacıyla) kullanıma hazır olmasını sağlar.
Beyinlerimiz, düşünmeden önce hissetmek, hatta aslında ışık hızıyla hissetmek için yapılandığından dolayı amigdalamız çoğu zaman hata yapar. Yoldaki o nesne gerçekten bir yılan olmayabilir. Belki ortada hiç de bu kadar büyük bir alarm verilmesini gerektirecek bir durum yoktur. Sonunda serebral korteks amigdalaya yetişir ve üstün veri işleme gücünü mevcut sorunu çözmek için kullanır. Yoldaki nesne hareket etmemektedir, kuyruğu ya da başı yoktur ve üstünde normalde yılan derisi üzerinde bulunan izlerden bulunmamaktadır. Aslında bu nesne sadece bir dal parçasıdır. Bilinçli düşünme araya girerek kaslarımızın gevşemesini, kalp atışlarımızın yavaşlamasını ve vücudumuza pompalanan adrenalin miktarının azalmasını sağlar.
Ama ara sıra hata yapıyor diye amigdalaya kızmamak gerekir. Duygunun düşüncenin ilerleyeceği yolu açmasının çok iyi bir nedeni vardır: Eğer açmamış olsa hepimizi mutlaka yılan sokardı.
Korkunun Evrimsel Kökenleri
Korku atalarımıza çok açık bir avantaj sağlıyordu: Savunma mekanizmalarını çalıştırıyor, kol ve bacaklarını eyleme geçmek üzere hazırlıyor ve hayatta kalmak için inanılmaz şeyleri başarmalarına olanak veriyordu.
İnsanlar ormanda yürürken bir yılan hatta bir dal parçası görür görmez donup kalsın diye mi her bebek yılanların korkulması gereken yaratıklar olduğu bilgisini içeren bir tür genetik bellekle doğar?
Charles Darwin bunun böyle olduğuna kesinlikle inanıyordu. Bir çocuğun karanlıktan korkması normal olmakla beraber, korku genellikle yetişkinlik dönemine dek ortadan kalkıyordu.
Fobilerin öğrenilmesi genlerimizin derinliklerine konmuş ve kesin olarak belirlenmiş sınırlar içerisinde mümkün olmaktadır; bu da aklın her şekle sokulabileceğini ve öğrenmenin sıfırdan başlayarak gerçekleşebileceğini ileri süren “tabula rasa” yani boş tahta teorisini geçersiz kılmaktadır.
Ender görülenleri bir kenara bırakırsak, geri kalan insan fobilerinin büyük çoğunluğu dört belirgin kategoriye ayrılabilir ve bu kategorilerin dördü de savanada yaşamış olan atalarımız açısından anlamlıdır: Birinci kategori yılan, örümcek ve diğer böceklerden korkmak; ikincisi, yükseklik ya da karanlık gibi doğal ortamlardan korkmak; üçüncüsü kan ya da yaralanmadan korkmak; nihayet dördüncüsü de, dar bir yerde sıkışıp kalmak gibi tehlikeli durumlardan korkmaktır. Bu tür tehditlerden korkmak ilk insanların daha uzun süre hayatta kalmalarını sağlayacak bir mekanizmaydı: Bu tehlikeleri sezme ve onlardan kaçma yeteneğine sahip olan bireylerin yaşama, üreme ve bu korkuları gelecek kuşaklara aktarma olasılığı artıyordu. Zaman değiştikçe yeni korkular edindik, ama beyinlerimizin eskiden nasıl programlanmış olduğunu bugün hâlâ açıkça görebiliyoruz.
Ve Pavlov’un deneylerinin çağdaş versiyonlarından elde edilen sonuçlar korku programının genlerimizin tam olarak neresinde bulunduğunun belirlenmesine yardım etmektedir.
İlk insanların dört ayak üstünde yürümeyi bırakıp iki ayak üstünde yürümeye başlamasının sebebi neydi? Bazı kişiler atalarımızın bodur ağaçların üst dallarındaki en olgun meyvelere uzanmak için şempanzelerinkine benzeyen ama onlarınkinden daha ileri bir duruş biçimi geliştirmiş olabileceklerini ileri sürmektedirler. Başkalarıysa iki ayak üstünde yürümenin günlük yaşamda hayatta kalma şansını artıracak çok büyük avantajlar sağladığına inanmaktadır: Çok daha uzun mesafeler kat edebiliyorduk; dik durarak daha serin kalıyorduk, çünkü güneşten çok daha az ısı alıyorduk. Avcılık ve toplayıcılık faaliyetlerini daha geniş arazilerde yapabiliyor ve daha kazançlı çıkıyorduk. Atalarımızı iki ayak üstünde durmaya iten olaylar tam olarak hangileri olursa olsun, dik duruşun türümüzün hayatta kalması ve başarılı olmasının anahtarı olduğunu biliyoruz.
İki ayak üstünde yürüme yeteneği hominidlere çok büyük önem taşıyan bir başka özellik daha kazandırdı. Bu belki de dört ayak üstünde yürümekten vazgeçmelerinin sebeplerinden biriydi: Dik durmak ellerin serbest kalması demekti.
Alet yapmak ilk insanın gelişiminde kritik bir aşamaydı. Bu yetenek büyük bir beyne sahip olmanın sonucuydu, ama çok büyük olasılıkla aynı zamanda beynin daha da fazla gelişmesine yol açan bir uyaran rolü oynamıştı. Alet yapmak (ve daha sonraki aşamalarda dilin gelişmesi sonucu konuşmak) insan içgüdüsünün bir parçasıdır; buna kesin gözüyle bakabiliriz. Homo soyunun ilk üyesi ve neredeyse kesinkes Australopithecus aferensis’in bir torunu olan Homo habilis Afrika’nın doğusu ve güneyinde onun yaşam tarzı hakkında fikir sahibi olmamızı sağlayan harika ipuçları bırakmıştır. Homo habilis’e becerikli adam diye bir takma ad uydurabiliriz, ala yaptığı aletler o kadar da karmaşık değildi.
Homo habilis’ten sonra Homo erectus (ve kardeş türü Homo ergaster) geldi, 1,9 milyon yıl önce tüm Afrika’ya, oradan Asya ve Avrupa’ya yayıldı ve yaklaşık 400.000 yıl önce Homo sapiens’in ilk formlarının doğuşuna dek varlığını sürdürdü.
Homo erectus’un en çok rağbet gören aleti klasik el baltasıydı. Çok şaşırtıcıdır; atalarımız el baltasına en kusursuz biçimini verdikten sonra, bu aletin tasarımı 1,8 milyon yıl boyunca hiç değişmemiştir.
En çağdaş arkeolog ve paleontologlar ilk insanın usta bir avcı olmadığına inanmaktadır. Gerçekçi olmak gerekirse, ilk insan su içen otobur hayvan sürülerine sessizce sokulan büyük kediler ve avcı köpekgillerle yarışabilecek kadar kuvvetli ve hızlı değildi. Fırlatmak için imal ettiğimiz taş parçaları, ne kadar ustaca yapılmış olurlarsa olsunlar, bir kılıç dişlinin gözünü kesinlikle korkutamazdı.
Beş altı milyon yıl önce meyve sebzelerin besinlerimizin büyük kısmını oluşturuyor olması mümkündür. Ancak, ortaya çıkarılan fosiller daha sonra etobur olduğumuza ilişkin ikna edici ipuçları içermektedir. Tabii bu fosiller hayvanları bizim öldürdüğümüzü kanıtlamamaktadır. Atalarımız bir aslan tarafından öldürülmüş ve yarısı yenmiş bir hayvana (örneğin bir geyik ya da ceylana) rastlayan ve taş aletlerle leşin başına üşüşüp kemiklerin üzerinde kalmış artık etleri sıyıran leş yiyiciler de olabilir. Nereden buluyor olurlarsa olsunlar, atalarımızın et yediğini neredeyse kesin olarak biliyoruz.
Tıpkı bitkilerin hayvanlara yem olmaktan korunmak için zehirler üretecek şekilde evrim geçirmiş olmaları gibi, biz de evrim yoluyla hayvanlardan sakınma yöntemleri geliştirdik. Kötü kokular ve tatlar çoğunlukla zararlı bileşiklerin varlığına işaret eder. Eğer elimizde olmadan zehirli bir şey yersek, ikinci savunma hattımız devreye girer: Öğürür, kusar, ishal oluruz.
Gebe kadınlar sadece düzenli olarak mide bulantısı çekmekle kalmaz, aynı zamanda belli yiyeceklerden de tiksinirler. 16 ülkede 79.000 gebelik üzerinde yapılan bir araştırmada, kadınların yüzde 66’sı gebeliklerinin erken aşamalarında bir miktar mide bulantısı yaşadıklarını bildirmişlerdir ve ne ilginçtir ki bu kadınların yaklaşık üçtü biri et, balık ve yumurta gibi hayvansal gıdalardan şiddetli şekilde tiksindiklerini belirtmişlerdir. İlk üç ay dolup fetüs kuvvetlendikten sonra yiyeceğin besin değeri yiyeceğin taşıdığı riske ağır basar ve bulantı, tiksinme gibi tepkiler ortadan kaybolur.
Amerikalı çocukların yüzde 96’sının Papa ya da ABD Başkanını değil de Ronald McDonald’ı tanımasının iyi bir nedeni vardır: İnsanlar yağ ve şekere bayılırlar. Et ve olgun meyveler temin edilmesi o kadar kolay olmayan yiyeceklerdi, bundan ötürü de atalarımızın canı bu yiyeceklerden ne kadar çok çekerse, bunları bulmak için o kadar çok çaba harcamak zorunda kalıyorlardı.
ABD’de 58 milyon yetişkin fazla kiloludur. Bu neredeyse tüm yetişkin nüfusunun yarısı eder. Ve Amerikalıların dörtte biri ise klinik anlamda obezdir. Buna rağmen diyet yapmak pek çok kişiye olanaksız görünmektedir.
Gerçek şudur ki, sadece kalori alımını azaltarak fazla kilolarınızdan kurtulamazsınız. Neden mi? Yine o çok eski atalarımıza bakalım. İnsan vücudu kıtlık zamanlarında hayatta kalmak için tasarlanmıştır. Savana yaşamının ayırt edici niteliği pek çok açıdan, özellikle de yiyecekler bakımından belirsizliklerle dolu olmasıdır. Vücut, açlık dönemlerinde kilosunu vahşice savunmak zorundadır; bu bugün insanların diyet yapma deneyimlerinde yansımasını bulan bir olgudur. Tükettiğiniz yiyecek miktarını azaltmaya başlarsanız, vücudunuz bunu çok eskiden savanada yaşanan açlık dönemlerinden birinin yine geldiği şeklinde yorumlar ve derhal metabolizmanızı yavaşlatır. Haftada 450 gram vermeniz bile bu tepkiyi tetikler. Başka deyişle, kilo almamak için ne kadar az yerseniz yiyin, o yediğinizden biraz daha fazla yemeye başlarsanız kilo alırsınız.

Et, beynin boyutlarının muazzam ölçüde büyümesini ve bugünkü ölçülerine ulaşmasını sağlayan pek çok gıda maddesi ve kalori içeriyordu.
Beynimiz vücut ağırlığımızın sadece yüzde ikisini oluşturmasına karşın, vücudumuzun kullandığı enerjinin beşte birini tüketmektedir. Enerji bakımından işletmesi oldukça pahalı bir organdır.
Bir buçuk milyon yıl önce ateşten yararlanmayı başardıktan sonra yemek pişirmeyi öğrendik ve bu da vücudumuzun et ve bazı bitkileri sindirmesini kolaylaştırdı. Demek ki, ete olan düşkünlüğümüz bağırsaklarımızın kısalmasına ve beynimizin büyümesine neden oldu ve bir devrimi tetikledi. Bu devrim, sonraki bölümde araştıracağımız fenomen olan akıllı hominidlerin yükselişiydi.
« Son Düzenleme: Ocak 09, 2011, 04:48:45 öö Gönderen: MASON »
- Sahsima ozel mesaj atmadan once Yonetim Hiyerarsisini izleyerek ilgili yoneticiler ile gorusunuz.
- Masonluk hakkinda ozel mesaj ile bilgi, yardim ve destek sunulmamaktadir.
- Sorunuz ve mesajiniz hangi konuda ise o konudan sorumlu gorevli yada yonetici ile gorusunuz. Sahsim, butun cabalarinizdan sonra gorusmeniz gereken en son kisi olmalidir.
- Sadece hicbir yoneticinin cozemedigi yada forumda asla yazamayacaginiz cok ozel ve onemli konularda sahsima basvurmalisiniz.
- Masonluk ve Masonlar hakkinda bilgi almak ve en onemlisi kisisel yardim konularinda tarafima dogrudan ozel mesaj gonderenler cezalandirilacaktir. Bu konular hakkinda gerekli aciklama forum kurallari ve uyelik sozlesmesinde yeterince acik belirtilmsitir.


Ocak 09, 2011, 03:44:35 öö
Yanıtla #1
  • Administrator
  • Uzman Uye
  • *
  • İleti: 9553
  • Cinsiyet: Bay
    • Masonluk, Masonlardan Öğrenilmelidir

BÖLÜM 2
BÜYÜYEN BEYİN
Narin Çocuk

Bebekler hiç gelişmemiş motor becerilere sahiptir; bir nesneyi ancak kavrayabilir, annelerin meme ucunu zar zor arayıp bulabilirler ve çiçeği burnunda anne babaların çabucak öğrendiği gibi, ağlama konusunda çok hünerlidirler, ama tabii belirgin yetenekleri aşağı yukarı bu kadarla sınırlıdır. İnsan bebeğinin ilk bir yıl içinde kaydedeceği gelişmelerin neredeyse hepsini (zekâ, motor beceri ve görme alanlarındaki ilerlemeleri) şempanze bebeği ana rahmindeyken kaydeder. Biz insanlar prematüre doğarız. Eğer dünyaya bir şempanze bebeği kadar gelişmiş halde gelecek olsak, gebelik 18 ay sürerdi. Alçakgönüllü kuzenlerimizle karşılaştırıldığında, biz dünyaya geldiğimizde daha embriyo sayılırız!
Bebeklikten yetişkinliğe dek insan beyninin büyüklüğü dört katına çıkar. Bir teoriye göre, iki ayak üstünde yürümek pelvisin boyutunu sınırlamıştır. Pelvisin yapısı dik duruşumuz açısından çok önemlidir. Eğer pelvis çok daha büyük olsaydı, omurgamızı gerektiği gibi destekleyemezdi. Başka deyişle, eğer bebekler daha büyük beyinler ve dolayısıyla başlarla doğsaydı, insan dişisinin pelvisi öyle büyük olurdu ki, iki ayak üstünde yürüme yeteneği çok sınırlı kalır, dört ayak üstünde yürümesi daha anlamlı olurdu.
Pelvisin boyutları son üç-dört milyon yıl içerisinde genişlemiş olmasına rağmen, kadınlar yine de acı çekerek doğum yapmak zorundadır. Başka hiçbir türün dişisi doğum sırasında insan dişisinin çektiği kadar büyük bir acı çekmez. Cennetin Ejderleri adlı kitabında Carl Sagan zekânın evrimiyle doğum sancısı arasındaki bağlantıdan Yaratılış Kitabı’nda üstü kapalı şekilde söz edildiğine işaret eder. Tanrı, Havva’ya bilgi ağacının meyvesini yemenin cezası olarak, “Acı çekerek çocuk doğuracaksın” der. Bilgi daha büyük bir beyin ve büyük beyin de (en azından annelere) acı getirir.
Genetik mirasımızın tamamen hayatta kalma mücadelesiyle ilgili olduğu gerçeğini gözden kaçırmamalıyız. Şunu unutmamalıyız ki, hayatta kalmak yetişkin bir avcı için ne kadar önemliyse yeni doğmuş bir bebek için de o kadar önemlidir.
Öğrenmenin Kökenleri
Bebeklik ve çocukluk döneminde ortaya çıkan tüm bilişsel yetenekler (yüz tanıma, uzamsal farkındalık, bir dili konuşma ve anlama becerisi) az ya da çok bebeğin etkileşim kurduğu çevreye ve insanlara bağlıdır.
Bu becerileri şaşırtıcı biçimde kolay öğrenmemiz en ateşli şekilde savunulan evrimsel psikoloji teorilerden birinin ortaya atılmasına neden olmuştur. Bu teori bizim karmaşık psikolojik mekanizmalar ya da modüller içeren beyinlerle doğduğumuzu öne sürer. Başka deyişle, beyin İsviçre ordu çakısı gibidir: Her biri belli bir işi görmek üzere yapılmış aletler içerir, ama beynimiz atların toynaklarına batan taşları ayıklamaktan çok, dilbilgisinin temel ilkelerini anlamak ya da yılanlar ve örümceklerden korkmak için tasarlanmıştır. Bu teorinin destekçilerinden birisi, ünlü dil teorisyeni Noam Chomsky’dir.
Bebekler gerçekten de konuşma seslerinden hoşlanmaktadırlar. Yeni doğan bebekler konuşma seslerine, sözgelimi, zil sesinden daha çok ilgi göstermektedirler. Bebekler annelerinin sesine de dikkat etmektedirler; annelerinin karnındayken annelerinin sesinin özel tınısına ve tonuna alıştıklarına inanılmaktadır.
Çözüm, çözülmesi hedeflenen adaptasyon sorunuyla çakışmalıdır. İyi bir örnek verelim: Yükseklik korkusu ile uçurumdan düşme tehlikesi birbirlerine kusursuz şekilde uymaktadır. Modül teorisi şunu öne sürmektedir: Zamanda yolculuk ederek geçmişe gitsek ve bir hominid bebeğini alıp bugüne dönsek, bu çocuk, beynindeki savana modülleri sayesinde kendi çocuklarımızla aynı dilsel, sosyal ve bilişsel becerileri kazanabilecektir.
Ehrlich insan beynini sakinleri tarafından zaman içerisinde yavaş yavaş inşa edilen, değiştirilen, yeniden döşenen, kısmen yıkılıp yeniden inşa edilen eski püskü, düzensiz bir eve benzetmektedir. Hiç kullanılmayan köşeleri, içindeki mekânların orantısızlığı ve kalitesiz sıvası onun tuhaflığının, esnekliğinin ve benzersizliğinin işaretleridir. Modül teorisiyse insan beynini daha çok, inşa edilmiş halde getirilip araziye oturtulan ileri teknoloji ürünü prefabrik yapılara benzetmektedir.
Bu iki insan beyni modeli içgüdülere bakışımızı çok etkilemektedir. Bizi asıl etkileyen şey çevre ve öğrenme süreciyse, o zaman belki de insansal niteliklerimiz tam olarak evrensel değildir; belki de bir Eskimo çocuğunun içgüdüleri bir İngiliz çocuğunun içgüdülerinden farklı gelişmektedir. Eğer modül teorisi doğru çıkarsa, o zaman hem Eskimo hem de İngiliz çocuğunda aynı Homo sapiens beyni olduğundan hiç kuşku duymayabiliriz.
Modül teorisi evrimci psikolojinin merkezinde yer almaktadır. Eğer bu teoriye inanırsak, evrim sürecinin zihinsel takım çantamızdaki aletleri geliştirmekle sandığımızdan çok daha fazla uğraştığını kabul etmemiz gerekecektir; evrim süreci görevini bitirdiğinde geriye sadece modüllerin doğru zamanda ve yerde çalıştırılması işi kalacaktır. Bu yaklaşım, beynimizin bir tür bitmiş ürün olduğunu düşündürmektedir. Ehrlich vb. gibi bilginler beyni böyle bir organ olarak kabul etmeye hazır değildir; zihinsel yapımızın biçimlenmesinde çevremizi saran dünyaya daha önemli bir rol biçmektedir.
Ara sıra şansımız yaver gidince nehir yatakları ile mağara zemin tortularının alt katmanlarında eski kafatasları buluyor olabiliriz, ama bu bulgular eski atalarımızın günlük yaşamları hakkında bize ne söyleyebilirler? Ortada et yoktur, incelenecek beyin dokusu yoktur, sadece eski bir kemik muhafazayla yetinmek zorundadırlar. Fosilleşmiş bir kafa kemiğine bakarak üç milyon yıllık bir hominidin beyninin nasıl işlediğini çözmek bir kompakt diskin plastik kutusuna bakarak bir senfoniyi yeniden bestelemeye benzer.
Ama Los Angeles’teki California Üniversitesi’nden Harry Jerison yirmi yıl önce “ansefalizasyon katsayısı” ya da EQ (vücut büyüklüğüne göre beyin büyüklüğü ölçüsü) denen kavramı ortaya attı. Bu ölçüme göre, kedinin EQ’su 1:0’dır; bu oran, beyni sadece vücudu kontrol eden bir organ, dolayısıyla da kediyi sadece içgüdüleriyle hareket eden kusursuz bir vahşi hayvan yapar. Köpeklerin EQ’su 1:8’dir (bu oran, köpeklere, gazeteci Benjamin Mee’nin dediği gibi, “düşünmek için biraz beyin bırakır”). Şempanzenin EQ’su 3:0’dır, insanlarsa 7:4 ile devasa bir ansefalizasyon katsayısına sahiptir.
Beynin büyüklüğünün neden üç katına çıktığı sorusuna basit bir yanıt vermek gerekirse, insan ne kadar akıllı olursa o kadar iyidir, diyebiliriz. Doğal seçilim akıllı insanları tercih eder, çünkü akıllı insanlar daha iyi avlanır, daha uzun süre hayatta kalır ve çocuklarının hayatta kalmasını sağlama olasılıkları daha yüksek olur. Peki, daha büyük her zaman daha iyi midir?
Gelin, modern zekâ ölçümü olan IQ’yu ele alalım. Beyinlerimizin fiziksel büyüklüğü zekâ göstergesi değildir; en azından bu bağıntı IQ skoru biçiminde ortaya konamaz. Ancak, şunu vurgulamalıyım ki, IQ (yani zekâ katsayısı) artık nesnel bir zekâ ölçütü olarak kabul edilmemektedir. Bu ölçüm kültürel açıdan Batı entelektüel ve mantıksal geleneğinin tarafını tutmaktadır ve skor egzersiz yapılarak yükseltilebilmektedir.
Sonuç olarak, zeki olmak için daha büyük beyne gerek yoktur. Zaten zeki olmak da savanada başarılı olmanın garantisi değildir.
Akıllı Radyatör
Amerikalı antropolog Dean Folk bir otomobilin motor gücünün radyatörün motoru soğutma kapasitesiyle sınırlı olduğunu anımsamış ve bu düşünceyi insan beynine uygulamıştır.
Otomobil motoru gibi insan beyni de, eğer iyi çalışması isteniyorsa, soğutulmalıdır. Eğer bir hayvanın beyni iyi çalışmıyorsa, beynin kontrol ettiği vücut da iyi çalışmayacaktır. O halde, beyinleri aşırı ısınan canlı türleri, doğada yoğun bir rekabet yaşandığı için, tükenmeye mahkûmdur.
Bu avantajı yaratmış olabilecek evrimsel gelişme, başın içinde, ısının daha iyi dağıtılmasına olanak tanıyan daha yoğun bir emiser damar ağının oluşmasıydı. Bu da daha büyük beyinlerin evrilmesine ve Homo sapiens’in egemenlik kurmasına imkân vermiş olabilir. Bazı okurlar erkeklerde görülen kelliğin soğutma işleminin verimini büyük ölçüde artırdığı ve böylece insan beyninin büyümesine zemin hazırladığı fikrini ilginç bulabilir (kadınlar için üzgünüm).
Üstünde düşünmeye değer, ama ben yine de bu soğutma teorisini pek inandırıcı bulmuyorum. Soğutma bu kadar önemli bir iş olsaydı, bu işi yapmanın daha basit yolları kesinlikle bulunurdu. Örneğin, köpeklerinki gibi daha büyük bir dilimiz olabilirdi. Hızlı hızlı solumak basit ve etkili bir soğutma yöntemidir. Ve dil beyinden daha az enerji tüketir.
İnsan davranışlarıyla ilgili sayısız araştırma göstermiştir ki, erkekler geometri, harita okuma ve labirentlerde yol bulma gibi uzamsal yetenekler kullanılmasını gerektiren görevlerde kadınlardan önemli ölçüde daha başarılıdırlar. Mekânı zihinlerinde canlandırma ve düzenleme konusunda doğuştan gelen bir yeteneğe sahiptirler. Bu fark, arabayla yolculuk ederken haritaya bakarak yol bulma ve arabayı geri geri park etme konularında kadınlar ile erkekler arasında yaşanan tartışmalarda kendini göstermektedir. Hayatta kalma mücadelesine artık pek katkıda bulunmuyor olsa da, erkekler ile (görsel bellek gibi başka becerileri daha gelişmiş olan) kadınlar arasındaki bu yetenek farkı yüz binlerce yıl önce hominid atalarımızın kazandığı belli becerilerle ilişkili olabilir mi?
Eğer erkekler ve kadınların ilgi alanları ve yaşam tarzları farklı olursa, örneğin erkekler daha çok araba sürürse, belli uzamsal farkındalık ve bilinç türleri geliştirirler. Avcı Erkek ve Toplayıcı Kadın resminin arkasında gerici bir düşünce bulunduğunu fark edince irkiliyorsanız, yalnız değilsiniz. Göreceğimiz gibi, cinsiyet farklılıkları, özellikle cinsellik söz konusu olduğunda, iyice çekişmeli hale gelmektedir.
Ama hâlâ çözmemiz gereken bir problem mevcuttur.
Önce hangisi ortaya çıkmıştır? Beyin gücü mü yoksa bilişsel beceriler mi? Daha büyük bir beyin geliştirmeksizin, yeni beceriler kazanma kapasitesine nasıl sahip olabilirdik? Ve bir işe yaramayacaksa neden daha büyük bir beyin geliştirmekle uğraşalım?
Gerçek şudur ki, başarılı bir avcı, toplayıcı ya da leş yiyici olmak, çokça üreyebilmek, değişen iklim ve çevre koşullarına adapte olmak için gereken beyin hücresi miktarı neyse bizim de ancak o kadarına ihtiyacımız vardır. İnsanoğlu onların soyunu tüketene dek, büyük kediler ve büyük maymunlar gibi en üstün memeli yırtıcılar aşırı derecede başarılı olmuştur. Anlaşılan, Homo sapiens dışında tüm canlı türleri büyük boy beyinler olmadan da idare edebilmektedirler.
Biz sürekli olarak alet yapan ve kullanan tek hayvan türü olduğumuz için, insan beyninin neden büyüdüğü sorusunun yanıtını burada aramamız gerekmektedir.

BÖLÜM 3
SEKS VE SAVANA
Seks ve Evrim

Çoğu erkeğin her altı dakikada bir, kadınların yüzde 20’sinin en az günde bir kez seksi düşündüğü söylenmektedir. Tüm içgüdülerimiz arasında sesi en gür çıkan sekstir.
Seksin kalıtsal olduğu söylenir; eğer anne babanız seks yapmamış olsa herhalde siz de yapamazdınız. Hepimiz eş bulmak ve çocuk yapmak için tasarlandık. Genlerimizin tek bildiği şey üremedir.
Tüp bebek ve öteki yapay teknikler temel içgüdülerimiz yüzünden muhtemelen hiçbir zaman yatakta ya da şöminenin önündeki kilimin üzerinde seks yapmanın yerini alamayacaktır. Eski moda bir beyne sahip olduğumuz için eski moda üreme yöntemini tercih ederiz. Evrim üreme yeteneğini tüm öteki değerlendirmelerin üstünde tuttuğu için, seks, insan olmanın özünde, yapımızın tam merkezinde yer alır.
Dünya nüfusunun yüzde 2 ila 4’ünün eşcinsel olduğu tahmin edilmektedir. Doğal seçilimin gözünde eşcinsellik çıkmaz sokaktır. Eşcinsel olmak kişiye evrimsel açıdan bir avantaj sağlayamaz. Yine de insanlar eşcinsel davranışlar sergileyen tek tür değildir: Bonoboların (cüce şempanzelerin) hemcinsleriyle oynaştıkları sık sık görülmüştür.

Doğal seçilime aykırı düşen pek çok insan davranışı sayabiliriz. Örneğin içki içme, sigara kullanma ve çok hızlı araba sürme gibi kendimizi yok etmeye dönük davranışlar sergileyebiliyoruz. Benzeri şekilde, ölümcül hastalıklara yol açma potansiyeli taşıyan, ama yine de bazı insanlar tarafından taşınan genetik özellikler mevcuttur. Üreme yeteneğine zarar veren genler bile yok olmamaktadır.
Eşcinsellik kültürel ya da öğrenilmiş bir fenomen (ya da ikisinin bir karışımı) olabilir, ama her kuşak içerisinde küçük bir azınlığa özgü bir etkinlik olmasına karşın, insan davranışının son derece normal bir yönü de olabilir.
Eşcinsellik evrimsel adaptasyon sürecinde akıntıya karşı kürek çekmek gibi görünebilir, ama bu onun ahlaki bakımdan kötü bir şey olduğu anlamına gelmez.
Irklar arasında önemli sayılabilecek pek az fiziksel farklılık mevcuttur ve farklı ırksal özelliklere ya da genetik yapılara bağlanabilecek hiçbir zihinsel farklılık bulunmamaktadır. Aslında, genetik diliyle konuşacak olursak, sizin DNA’nız komşunuzun DNA’sından ne kadar farklıysa, benim DNA’m da bir Afrika yerlisinin DNA’sından ancak o kadar farklıdır.
O halde, yine genetik diliyle konuşacak olursak, çok sayıda çocuk yapma kapasitesine sahip bir kadın bulmak erkek için hayati önem taşıyordu, çünkü çok sayıda çocuk sahibi olmak, hiç değilse bir ya da iki çocuğun yetişkinlik aşamasına kadar hayatta kalmasını garantilemenin en emin yoluydu.
Belki de bu yüzden her kültürde erkekler daha genç kadınları daha seksi bulma eğilimindedirler.
Kendisine nasıl bir kadın istediği sorulan Yanomamo erkeği bir “moko dude” tercih ettiğini söyleyecektir. “Dalında olgunlaşmış meyve” anlamına gelen bu sözün, sorunun yöneltildiği bağlamda genç, cinsel olgunluğa erişmiş ve çocuksuz kadın anlamını taşıdığı açıktır. Eşlerin genellikle arkadaş grupları içinden seçilmesi ve cinsel rekabet insanın bu arzusunu biraz törpüler, ala yine de farklı farklı ülkelerde evli çiftlerde kadın ile erkek arasındaki ortalama yaş farkı üçtür ve büyük olan erkektir. Erkeklerin hastalık ve travmalara kadınlardan daha dayanıksız olduğu ve genellikle kadınlardan daha genç öldüğü gerçeği göz önüne alındığında bu oldukça ilginç bir durumdur. Kimisi 80 yaşından sonra bile kadınları gebe bırakmayı sürdürebilen erkeklerin  aksine kadınlar kırk yaşından sonra menopoza girer ve doğurganlıklarını yitirirler.
Kuşkusuz, yüz ifadeleri önemlidir. Erkeklerin simetrik yüzleri çekici bulma ve yüzdeki en ufak asimetrileri fark etme eğilimi kadınlara nazaran fazladır. Bu eğilim doğuştan sahip olduğumuz farklı yüzleri ayırt etme yeteneğiyle ilgilidir ve anlaşılan erkekler yaşamlarının daha sonraki aşamalarında bu yetenekten kendilerine çekici eş bulmakta da yararlanmaktadırlar. Aslında, kusursuz kadın yüzü için, eski Yunan filozofu ve matematikçisi Pisagor tarafından geliştirilmiş oldukça kesin bir formül mevcuttur. Pisagor birisinin güzel olarak kabul edilmesi için ağzın genişliğinin burnun genişliğine oranının 1,681’e 1 olması gerektiğine inanıyordu. Ağzın genişliğinin elmacık kemiklerinin genişliğine oranı da yine 1,681’e 1 olmalıydı. En çok beğendiğiniz süper modelin ya da Hollywood yıldızının yüzünü ölçerseniz, büyük olasılıkla Pisagor’un hesapladığı oranı elde edersiniz.
Dünyanın tüm erkekleri kendilerine kalça ölçüsü bel ölçüsünden çok daha geniş kadınlar seçerler. Tercih edilen bel-kalça oranı hiç değişmemekte, daima 0:7 olarak kalmaktadır.
Bel-kalça oranı erkeğe kadının sağlık durumu hakkında bir mesaj verebilir. Ergenlik çağından sonra östrojen hormonu kadınların göğüs, kalça ve uyluklarında git gide daha fazla yağ toplanmasına sebep olur; bu yağlar muhtemelen çok eskiden kıtlık koşullarında hem annenin hem de çocuğun hayatta kalması için önemliydi. Bugün bile, eğer bir kadının yağ stoku vücut ağırlığının belli bir yüzdesinin altına düşerse yumurtlama durmaktadır. Bunun klasik örneği anoreksiya nervoza durumudur. Bazı genç kadınlar bilinmeyen psikolojik sebeplerden ötürü kendilerini aç bırakıp aşırı derecede zayıflarlar. Vücut ağırlıkları belli bir düzeyin altına düşünce, yumurtlama durur ve hatta sonunda adet görme de kesilir.

Kadın Ne İster?
Doğurganlık çağındaki kadın kendinden yaşça büyük, risk almayı seven, fedakâr ve sadık bir erkek arıyor. Köşeli çeneye ve simetrik yüze sahip olmak avantaj yaratmakla birlikte şart değildir. Bıyıklı ve güvenilmez erkekler lütfen aramasın.
Kadınların ilgisini en çok şu etmenlerin çektiği saptanmıştır: yaş, eğitim ve gelir düzeyi. Bu özellikler neredeyse her zaman olduğu gibi kadınların erkeklerde aradığı belirleyici özellikler sıralamasında kişilikten çok önce gelmektedir.
David Buss’ın, eş bulma tercihleriyle ilgili, 33 ülkeyi ve 10.000’den fazla kişiyi kapsayan araştırmasına göre kadınlar eş olarak seçecekleri kişinin para durumunun iyi olmasına erkeklerden iki kat daha fazla önem vermektedir. Örneğin, Nijeryalı ve Japon kadınlar erkeğin para durumuna Finlandiyalı ve Güney Afrikalı kadınlardan daha fazla önem vermektedir. Kadınlar ayrıca kendilerinden daha yaşlı erkekleri tercih etmektedir (neyse ki, zaten erkekler de kendilerinden genç kadınlar arar), ama bu büyük ölçüde finansal güvence arayışının bir yansıması olabilir. Daha yaşlı erkekler daha çok para kazanır ve parayı daha dikkatli kullanırlar, ayrıca daha güvenilir ve istikrarlıdır.
Erkeklerle kadınların cinsel psikolojileri arasındaki uçurum çok derindir. Kadınlar karakter, taahhüt ve güvenlikle ilgilenir; erkeklerse kadınların fiziksel nitelikleri ve anonim seksle. Bu uyumsuzluk her iki cinsin de elde ettiği şeyden hoşnut olmadığı anlamına mı gelir?
İnsan vücudundaki en büyük hücrelerden biri yumurtadır. Bir kadın otuz yıl kadar süren doğurganlık dönemi boyunca ayda bir kez olmak üzere ergenlikten menopoza dek sadece dört yüz olgun yumurta üretebilir. Yumurtalığında yumurtlayabileceğinden çok daha fazla (ergenlik çağında 300.000 kadar) yumurta olduğu doğrudur, ama bu yumurtalar yaş ilerledikçe yumurtalıkta birer birer ölür. Kadın menopoza girdiğinde yumurtalığında hiç yumurta kalmaz. Yumurtladığı dört yüz yumurtadan birinin döllendiğini varsayarsak, kadının bebeğini dokuz ay karnında taşıması büyük bir biyolojik yatırımdır.
Yetişkin bir erkek yaklaşık yüz milyon sperm üretir. Eğer fırsat bulursa, binlerce değil belki ama yüzlerce çocuk sahibi olabilir. Sperm insan vücudundaki en küçük hücredir ve bundan dolayı üretimi için de asgari düzeyde enerji harcanır. Gebelikte oynadığı rol testislerde beklemek, boşalmayla birlikte dışarı çıkmak, sonra da bir sigara yakmaktan ibarettir ve bütün bunları yapması beş on dakikasını alır.
Farklı MHC’ye sahip bir eş seçmenin (evrimsel açıdan) son derece cazip bir şey olduğu artık anlaşılmıştır. İnsanın genetik bakımdan kendisinden farklı olan bir eş seçmesinde fayda vardır. Hepimizin DNA’sında bozukluklar bulunur. Bu kitabı okuyan herkesin DNA’sında çocukları için ölümcül olabilecek kusurlar vardır, ama DNA kusurunun tipi ve yeri bizimkiyle tıpatıp aynı olan, yani aynı kromozomun aynı noktasından aynı DNA kusuru bulunan bir eş seçmezsek, çocuklarımızın başına bir şey gelmemesi neredeyse kesindir.
İçevlilik tehlikelidir. İçevliliklerden doğan çocukların genetik hastalıklara yakalanma riski daima daha yüksektir. İngiltere’nin güneyindeki, insanların doğdukları yerden uzağa nadiren gittikleri ve akraba evliliklerinin yaygın olduğu kırsal bir bölgede kadın-doğum uzman adayı olarak çalışırken olağanüstü derecede fazla sayıda anormal bebek doğurtmuştum. Orada olağanüstü derecede çok düşük yapan kadınlar da görmüştüm. Ensest, bilinen tüm kültürlerde tabudur ve tabu olmasının sebebi de muhtemelen budur. İçevliliğin tehlikeleri katlanılamayacak kadar büyüktür ve içevlilik yapan kişilerin soyu büyük olasılıkla tükenir.
Çılgınca Âşık Olmanın Kimyası
İki insan birbirlerinin kokusunu alıp aşık olunca, tutkunun dorukta olduğu (bir buçuk ila üç yıl kadar süren) bir dönem geçirirler.
Limbik sisteminizdeki sinir hücrelerine feniletilamin pompalandığında kendinizi coşkulu, enerji dolu ve bazen de aşırı derecede mutlu hissedersiniz. Feniletilamin sadece aşk sarhoşluğu yaşayan çiftlerin limbik sisteminde bulunmaz, başka tür yoğun deneyimlere de eşlik eder. Paraşütçülerin beyninde feniletilamin üretimi serbest düşüş sırasında iyice hızlanır; paraşütçüler bu deneyimi büyük neşe ve zindelik veren bir olay olarak tanımlamaktadırlar.
Evrimci psikolog Helen Fisher kime, ne zaman, nerede âşık olacağımızı muhtemelen kültürümüzün belirlediğini savunmaktadır, ama aşık olurken kendimizi nasıl hissedeceğimizi söyleyen şey kuşkusuz belindeki feniletilamin düzeyidir. Çılgınca âşık olmanın kimyası binlerce yıllık evrim süreci içerisinde gelişmiş olmalıdır.
Hem gizli yumurtlama hem de iç döllenme muhtemelen kadının eşinin tüm bir ay boyunca dikkatli olmasını sağlamak için evrilmiş mekanizmalardır. Kadının erkek tarafından terk edilmesi ve dolayısıyla da erkeğin başka kadınlarla ilişki kurması riskini azaltırlar. Bu iki özellik belki de insan kültüründe tekeşlilik eğiliminin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Bizi kıskanç yapan da yine bu özelliklerdir.
Kıskançlık çabuk alevlenen bir duygudur. En küçük sadakatsizlikler hatta en masum hareketler bile kişinin kıskançlığa kapılmasına sebep olabilir. Karısı sadakatsizlik eden Yunanlı erkeğe keratas yani boynuzlu denir; bu, insanın kişiliğine yönelik, zayıflık ya da iktidarsızlığı ima eden acı verici bir hakarettir. Ama kıskançlık kesinlikle erkeklere özgü bir ayrıcalık değildir. Böylece, erkekler daha çok eşlerinin karşılarına çıkan başka bir erkekle seks yapmasından endişelenirken, kadınlar ise eşlerinin kendilerini terk etmesi ve muhtaç bırakması gibi korkunç bir senaryoyla sonuçlanabilecek duygusal bir ilişkiye girmesinden endişelenirler.
Farklı farklı kültürlerde yapılmış araştırmalar cinsel kıskançlığın evrensel olduğunu kanıtlamıştır. Kıskançlık iki tarafı da kesen bir kılıçtır; bir evliliğin istikrarını uzun yıllar korumasını sağlayabileceği gibi, bir erkeği karısını dövmeye de itebilir. Erkeklerin doğal olarak daha saldırgan olmalarının sebebi belki de budur.
Her ne kadar testosteronun erkeklik hormonu olduğu düşünülse de, bu kimyasalın, çok daha az miktarda olmakla birlikte, kadınların damarlarında da dolaştığını duyunca şaşırabilirsiniz.
Erkeklerin seks dürtüsünün daha kuvvetli olmasının sebebi kesinlikle testosterondur ve bu dürtü belki de erkeğin genlerini yaymak için olabildiğince çok sayıda kadını gebe bırakma arzusuna paralel olarak evrilmiştir. Testosteron erkeklere, tabir caizse, gidip işi bitirme gücü verir.
Maça çıkmadan önce altı üniversitenin tenis oyuncularının kortizol ve testosteron seviyelerini ölçmüşlerdir. Genel olarak, oyuncuların testosteron düzeyi maçtan önce yükselmiştir ve maça dair en olumlu hisleri taşıyan oyuncuların testosteron seviyeleri en yükseğe ulaşmıştır. Maçtan sonra galiplerin hormon seviyesi mağluplarınkinden daha yüksek çıkmıştır.
Erkekler ve Seksin Karanlık Yüzü
Erkeğin seks dürtüsü Leonardo da Vinci’nin çok ilgisini çekiyordu. Not defterine “Penis, onu istediği gibi kaldırmaya ya da indirmeye çalışan sahibinin emirlerine itaat etmez... Ama sahibi uyurken kendi başına kalkar. Penisin kendi aklı olduğu söylenmelidir” diye yazmıştı.
Yasalar ile kültür ve ahlâk normları “hayvansal” içgüdülerimizi bastırmak ve sınırlamak için konur.
Savaşan ilk insan grupları arasında tecavüzün sandığımızdan çok daha sıradan bir olay olması muhtemeldir. Böyle düşünmek hoş değildir, ama tecavüz erkeğin cinsel içgüdüsünün bir parçası haline gelmiş olabilir.
Kadının haz verici bulduğu türden bir seks deneyiminin onun gebe kalma olasılığını artırıp artırmadığını merak ediyorduk. Ben uzun süredir kadın orgazmının gebe kalmada önemli bir rol oynayıp oynamadığını merak ediyordum. Bu yüzden, ekibim bir araştırma başlattı.
Şu bulguya ulaştık: Görünürde fiziksel bir sebep olmamasına rağmen kısır olan kadınlar daha az orgazm oluyor ya da genellikle cinsel deneyimlerinden daha az zevk alıyorlardı.
Erkeğin seks içgüdüsünde kuvvetli bir sahiplenme niteliği mevcuttur ve bu nitelik boynuzlanmaktan sakınma ihtiyacıyla yakından ilişkilidir. Her hayvan nasıl hayatta kalmak için kendi bölgesini koruma mücadelesi veriyorsa, erkekler de, tıpkı öyle, kadınları tekelleri altına almak üzere evrimleşmiştir.
Antik Babil’den günümüz Batı toplumuna dek pek çok uygarlık evlilik bağına ilişkin yasal düzenlemeler yaparken erkeği kadının sahibi konumuna yerleştirmiştir. Modern nikah töreni bile babanın kızını damada vermesi teması üzerine kuruludur.

Maymunların Seks Yaşamı
Erkek maymunların davranışları bekarların takıldığı barlarda sarhoş olup birbirleriyle yarışan, kaba kuvvet gösterileri yapan ve kadınlar için kavga eden kaba adamların davranışlarına benzetiliyordu. Dişi maymunlarınsa utangaç ve cinsel açıdan sakıngan oldukları düşünülüyordu. 1970’lerde Meredith Small ve çoğunluğu kadın olan başka primatologlar bu yaklaşıma kuşkucu bir gözle bakmaya başladılar. Ve primatların sosyal ve cinsel yaşamlarının erkek ve dişilerin davranışlarına ilişkin geleneksel görüşe her zaman uymadığını keşfettiler. Örneğin, babunlar arasında, birbirlerine sıkıca bağlı dişilerden oluşan ekiplerin grubun sosyal düzeninde çok önemli roller oynadığı anlaşıldı. Bu rollerden biri hangi erkeklerin dişilerle seks yapabileceğine karar vermekti. Başka maymun türlerinde, dişilerin, çiftleşme dönemlerinde bazen erkeklere doğru koşup, kırmızı renk almış cinsel organlarını erkeklerin önünde sallayarak cinsel ilişkiyi başlattıkları ortaya çıkarıldı; hiç kuşkuya yer bırakmayacak bir davet olduğu kesin.
Bunun iyi bir evrimsel sebebi olabilir. Çocuğun babasının kim olduğundan ne dişi ne de erkek emin olamazsa, anne hepsi de kendi yatırımlarını koruma kaygısını taşıyan birkaç erkeğin kendisine bakmasını, kaynak temin etmesini ve kendisini korumasını sağlayabilir.
1997 yılında Nature dergisinde yayımlanan dişi şempanzelerin seks yaşamıyla ilgili bir haber çok daha çarpıcıdır. Fildişi Sahillerindeki Tai Ormanı’nda yaşayan elli iki şempanzelik bir gruptan alınan DNA örneklerinin analizi, bebeklerin yarısından fazlasının babalarının grup dışından erkekler olduğunu gösteriyordu. Ama bu araştırma şempanzelerin seks yaşamlarıyla ilgili eskiden beri var olan varsayımları altüst etti. Eğer dişiler grup dışından erkeklerle ilişki kuruyorsa, o zaman grubun alfa erkekleri fena halde boynuzlanmış oluyordu.
Dişi şempanzelerin ellerindeki gücü kullanışı insanın cinsel tutumuyla paralellik taşıyor olabilir. Toplumumuzda çağlar boyu erkekler daha güçlü konumda olmalarına rağmen, kimin seks yapacağına kimin yapmayacağına karar veren genellikle kadınlar olmuştur.
« Son Düzenleme: Ocak 09, 2011, 04:49:08 öö Gönderen: MASON »
- Sahsima ozel mesaj atmadan once Yonetim Hiyerarsisini izleyerek ilgili yoneticiler ile gorusunuz.
- Masonluk hakkinda ozel mesaj ile bilgi, yardim ve destek sunulmamaktadir.
- Sorunuz ve mesajiniz hangi konuda ise o konudan sorumlu gorevli yada yonetici ile gorusunuz. Sahsim, butun cabalarinizdan sonra gorusmeniz gereken en son kisi olmalidir.
- Sadece hicbir yoneticinin cozemedigi yada forumda asla yazamayacaginiz cok ozel ve onemli konularda sahsima basvurmalisiniz.
- Masonluk ve Masonlar hakkinda bilgi almak ve en onemlisi kisisel yardim konularinda tarafima dogrudan ozel mesaj gonderenler cezalandirilacaktir. Bu konular hakkinda gerekli aciklama forum kurallari ve uyelik sozlesmesinde yeterince acik belirtilmsitir.


Ocak 09, 2011, 03:47:53 öö
Yanıtla #2
  • Administrator
  • Uzman Uye
  • *
  • İleti: 9553
  • Cinsiyet: Bay
    • Masonluk, Masonlardan Öğrenilmelidir

BÖLÜM 4
BİR AİLE MESELESİ

Deniz filleri arasında erkeklerin yüzde 5’inden azı bebeklerin çoğunun babasıdır. Erkekler yarı bellerine kadar doğrulup tıpkı Sumo güreşçileri gibi birbirlerini yere devirmeye çalışarak dövüşürler. Dövüşün galibi, kızı ve en büyük ödül olan baba olma ve genlerini gelecek kuşaklara aktarma hakkını alır. Daha zayıf olan yarışmacılar çocuksuz bir şekilde saha kenarında beklemek zorundadırlar. Bu kez en şişman olan hayatta kalır.
Evrimsel açıdan, bir erkeği iktidar ve statü arayışına iten rekabetçi kişiliğin seksle (ve o erkeğin seks yapabileceği kadın sayısıyla) güçlü bir ilişkisi vardır. Bu ilişki modern siyasete kesinlikle yepyeni bir açıdan bakmamızı sağlayacaktır.
Antropolog Laura Betzig zalimler ve zorbaların fırsat bulunca mutlaka kendilerine harem kurduklarını ileri sürmektedir. Tarih, MÖ beşinci yüzyılda saltanat sürmüş Udayama adlı bir Hint İmparatorunun 16.000 kadından oluşan bir haremi olduğunu kaydetmiştir. (Udayama her gece iki kadınla yatsa bile, bütün haremiyle birlikte olması yirmi iki yılını alırdı).
Vücut ağırlığıyla orantılı olarak ölçüldüğünde, insan testisleri goril testislerinden dört kat daha büyük ama şempanze testislerinin üçte biri kadardır.

Bundan ne sonuç çıkarabiliriz?
İnsan erkekleri orta yolu bulmuştur. Testisleri başka erkeklerle savaşmalarına yetecek miktarda sperm üretebilecek kadar büyüktür, ama şempanzelerinki gibi bir ağır topa ihtiyaçları da yoktur.
Ama iflah olmaz romantikleri ve koyu dindarları çok heyecanlandırmadan hemen eklemeliyim ki, bence bu çözümün hayat boyu tekeşlilik biçiminde olması mutlaka gerekli değil. Göreceğimiz gibi, tekeşlilik bizim belli bir süre için sadece tek bir eşle birlikte olmaya programlandığımız, dolayısıyla yaşamımız boyunca pek çok kişiyle birlikte olabileceğimiz anlamına da gelebilir.
Cinsel psikolojimiz karmaşıklıklarla doludur. Erkek ve kadınların vücut büyüklükleri akla gelişigüzel cinsel ilişkileri, haremleri ve çokeşliliği getirir, ama tekeşliliğin, en azından seri halinde olan tek eşliliğin daima en çok tutulan aile tipi olduğunu varsaymak için mükemmel sebepler mevcuttur.
Sade, sıradan tekeşlilik hangi koşullara uygun düşer? Arılar değilse de, çok iyi bildiğimiz gibi, kuşlar böyle yaşar. Çoğu kuş türünde üreme erkek ve dişi kuşun bir çift oluşturmasıyla gerçekleşir. Çoğu memeli yalnız yaşar ve seks erkeğin çocuğunun annesiyle kurduğu tek temastır. Kurtlar ya da daha önce gördüğümüz gibi şempanzeler komün halinde faaliyet gösterir; dişiler grup içinde doğan bebeklerin bakımını üstlenirken, erkekler hangi çocuğun biyolojik olarak kendilerine ait olduğu, bilmez ya da umursamazlar.
Fakat tekeşlilik başka ilişkilerimiz olmayacağı anlamına gelmez; tek bir eşimiz olsa da kaçamak yapabiliyoruz. Britanya’da evlilik dışı ilişkisi olan erkek ve kadınların tüm evli erkek ve kadınların yüzde 50’sini oluşturduğu tahmin edilmektedir. Erkeklerin evlilik dışı ilişki arayışı içinde olmasının bazı genetik sebeplerini zaten biliyoruz. Erkekler farklı farklı kadınlarla seks yapmak, genlerini olabildiğince yaymak için programlanmıştır. Eğer bir erkek başka bir kadını (özellikle de zaten evli olan ve bundan dolayı da bakılması ve beslenmesi gerekmeyen bir kadını) daha gebe bırakma şansını yakalarsa tüm zamanların en karlı evrimsel alışverişini yapma fırsatını kaçırmayacaktır.
Kadın zinasının tüm toplumlarda karşımıza çıkması, beni evrimci psikologların çizdiği cinsel bakımdan sakıngan, müşkülpesent kadın portresine kuşkuyla bakmaya itiyor. İnsanlar daima seks yapmak ister. Evlilik dışı cinsel ilişkiler konusunda çok gevşek ahlâk kurallarına sahip olan toplumlarda kadının zina yapması neredeyse erkeğin zina yapması kadar normal karşılanır.

Sevgi Hormonu
Erkeklerin seks yaptıktan sonra neden sırtlarını dönüp uykuya dalacak kadar mutlu olduklarını hiç merak ettiniz mi? Bu belki aşırı egzersiz yapmanın kaçınılmaz sonucudur; belki de asıl sorumlu oksitosindir. Bu hormon vücutta birkaç rol birden oynar. Doğum sırasında rahmin kasılmasını tetiklemek ve annenin yeni doğan bebeğine bağlanmasına yardım etmek bu rollerden bazılarıdır. Ama aynı zamanda, hem erkeğin, hem de kadının tahrik olması sırasında salgılanır. Dokunma ve okşamalar sırasında hormon seviyesi yükselir. Her iki cinste de hormon seviyesi orgazm sırasında doruğa çıkar. Östrojenin her nasılsa kadınlarda orgazm sonrasında oksitosinin etkisini kuvvetlendirdiğine inanılmaktadır. Bu yüzden çoğu kadın bu noktada sevecenleşmekte, eşine sokulmak istemekte ve onunla arasında kuvvetli bir duygusal bağ hissetmektedir. Öte yandan, erkekler orgazm sonrasında çoğunlukla sadece uyumak istemektedir ve bunun sebebi belki de orgazmdan sonra testosteronun oksitosinin bağlayıcı etkilerini önlemesidir.

Peki, Ya Yeniden Başlamak
Narbülbülleri ilkbaharda eşleşir ve yaz aylarında yavrularını büyütürler. Ama yazın sonlarına doğru yavrular yuvadan uçunca ebeveynler birbirlerinden arkadaşça ayrılır ve bir sürüye katılırlar. Benzeri şekilde, bir tilki çifti bir doğumda birkaç yavru sahibi olur, yaz aylarında avlanıp aciz yavruların karnını doyurur, sonra kavga gürültü etmeden ayrılarak, büyümekte olan yavrularını kendi başlarına bırakır ve kendi yollarına giderler.
Fisher neredeyse altmış farklı ülkeden evlilik ve boşanma istatistikleri toplamış ve bütün ülkeler için geçerli olan bir model tespit etmiştir. Bu modele göre, boşanmalar evliliklerin dördüncü yılı civarında doruğa çıkmakta ve sonra azalmaktadır.
Evliliklerimizi yıkılmaya iten sebepler nelerdir? Ortak bir sebep var mıdır? Ne ilginçtir ki, zina, özellikle de kadının zina yapması en sık görülen sebeptir; kısırlık da en sık görülen ikinci sebeptir. Bu iki durum aynı zamanda insanların çiftler halinde yaşamasının amacını da vurgular: Biz insanlar çocuk sahibi olmak, tercihen kendi biyolojik çocuklarımıza sahip olmak için uzun vadeli tekeşli ilişkiler kurarız; bu büyük amacı tehlikeye atan her şey evliliğin yıkılmasına katkıda bulunur.
Bilinen toplumlardan pek azı boşanmayı yasaklamıştır. İnkalar boşanmayı hoş karşılamıyordu, Katolik Kilisesi hâlâ hoş karşılamamaktadır, ama ister geleneksel ister modern olsun, pek çok kültürde boşanma çok yaygın bir olaydır. Her iki tarafın rızasına dayanan boşanma vakalarının sayısı iyice artmaktadır.
Çiftleri ömür boyu bir arada tutacak içgüdüsel bir kuvvet yoktur; “ölüm bizi ayırana dek” sözü çoğu zaman aşırı iyimser bir tutumun, evrimsel bakımdan insan ilişkilerinin gerçekliğiyle pek az ilişkili bir geleneğin yansımasıdır. Toplumsal bakımdan tekeşli olmamıza rağmen, doğal ve cinsel bakımdan çok karılı olduğumuz bir gerçektir.
Erkeklerin kendi aralarında konuşurken yaptıkları kötü bir espri vardır: Karısı kırk yaşına gelen erkek onu bozdurup iki yirmilik yaptırmalıdır, derler.
Bu espriyi itici bulmanızın sebebi, erkeklerin cinsel tercihlerini iyi anlatmasıdır. Erkekler genç kadınları daha çok severler, çünkü genç kadınlar daha çok çocuk yapabilirler. Kadının yaşlanmasından ötürü cinsel çekiciliğinin azalması, yıllar içerisinde oluşmuş bulunan sevgi ve arkadaşlık bağlarına karşın, bazı erkeklerin gözünde yirmi yıllık bir evliliği yıkmaya yetecek bir sebep olabilir. Bunu orta yaş krizi olarak da biliriz.
Peki, sonra ne olur? Yeteri kadar çekici olan ya da yüksek bir konumda bulunan bir erkek sonunda daha genç bir kadınla evlenir, hatta bazen art arda birkaç evlilik yapar.

Kendi Genlerinize İyi Bakın
1960’ların başında Amerika’da geleneksel evrimci biyoloji William Hamilton adlı bir yüksek lisans öğrencisini git gide daha çok hayal kırıklığına uğratıyordu. Hamilton evrimci biyolojinin grup seçilimi fikriyle ilgili hatalarla dolu olduğunu düşünüyordu.
Evrim, canlı türü, grup, hatta birey üzerinde değil, genler üzerinde etkili olur. Bu ifade doğal seçilimin aslında başarılı bireylerden ziyade başarılı genleri seçtiği ve bu genlerin tüm nüfus içerisinde yayıldığı anlamına gelmektedir. Hamilton bu gerçeğin son derece ilginç sonuçlar içerdiğini kavramıştır.
Eğer doğal seçilim bir geni tercih ederse ve eğer bu gen yok olmayıp hayatta kalırsa, o zaman bu genin, içinde bulunduğu organizmanın hayatta kalma ve üreme şansını da artırması gerekir. Eğer genin yeni versiyonu tür içerisinde hiçbir engelle karşılaşmadan yayılırsa, genin eski versiyonu yok olacaktır. Herhangi bir genin hayatta kalması nüfus ve tür içerisinde yaygınlaşmasına bağlıdır. Bu genin DNA’sı tek bir hayvanın üremekte daha başarılı olmasını sağlayan fiziksel ya da zihinsel bir özelliğin şifresini içeriyor olmalıdır. Hayvanın hastalıklar karşısındaki direncini pek az artıran bir gen bile, yüzlerce ya da binlerce kuşak sonra türün tamamının genomuna yerleşecektir. Hepimizin ataları bu başarılı genlere sahip olan bireylerin soyundan gelmektedir; geri kalan tüm bireyler evrimin çıkmaz sokaklarında, insanlığın aile ağacının ölü dallarında yok olup gitmiştir.
Çocuklarımız genlerimizi taşır; aslında genlerinin yüzde 50’si bizimkilerle aynıdır. Kardeşlerimizle de genlerimizin yüzde 50’sini paylaşırız, çünkü her kardeş genlerinin yarısını anneden yarısını da babadan alır. Kan bağı zayıfladıkça bu oran azalır. Üvey kardeşlerimizle genlerimizin yüzde 25’i aynıdır; aynı şey kuzenlerimiz için de geçerlidir.

BÖLÜM 5
RİSKLİ İŞ
En Uygun Olanın Hayatta Kalması

“En uygun olanın hayatta kalması” sözünü genellikle Charles Darwin’in doğal seçilim teorisinin ana öğelerinden biri olarak düşünürüz.
Bu sözün mucidi Herbert Spencer adında bir bilgindi. “Uygarlık” diyordu Spencer, “doğanın bir parçasıdır; bir embriyonun gelişiminin bir çiçeğin açmasından hiçbir farkı yoktur”.
Spencer’a göre, topluma en iyi şekilde uyum sağlamış insan demek en yüksek ahlaksal, fiziksel ve zihinsel niteliklere ulaşmış insan demekti. Spencer doğal seçilimin başıboş bırakılması halinde kaynakların kontrolü için gerçekleşen rekabet sırasında toplumun daha zayıf üyelerinin ortadan kaldırılacağını belirtiyordu.
Modern toplumda, dürüstlük, entelektüel çaba ve fiziksel yeteneğin üreme potansiyelini artırması için bir sebep yoktur. Üstelik bugün çağdaş insan toplumunun doğal seçilim yasalarına göre işlemediğini çok kesin olarak biliyoruz. Homo sapiens türünün yaşamında doğal seçilim, insan özelliklerinin bir kuşaktan diğerine aktarılmasına ve bu özelliklerin, ister fiziksel ister zihinsel olsunlar, aktarma sürecinde küçük değişikliklere uğramasına bağlıdır. Bugün bu aktarma sürecinin genlerimiz kanalıyla ve bireyin belli bir ortama olan uygunluğunu etkileyebilecek bazı genlerinin mutasyona uğramasıyla gerçekleştiğini biliyoruz.

Doğal seçilimin işlemesi için, çevrelerine ya da yaşam tarzlarına daha uygun fiziksel veya zihinsel özelliklere sahip olan insanlar bu özelliklere sahip olmayan insanlardan daha çok çocuk yapmalıdır. Zeki, iradesi kuvvetli ya da yetenekli insanlar normal insanlara oranla daha çok çocuk yapmamaktadır. Yetenekli sporcular da çocuk sahibi olmakta hayatında hiç spor yapmamış kişilerden daha başarılı değildir.
Sosyal Darwinciler doğal seçilimin yaşam tarzımıza rehberlik etmesi gerektiğini ileri sürmekle de hata yapmışlardı. Doğal seçilim, doğası itibariyle, rastlantısal mutasyonlara dayanan, ahlaktan bağımsız, tamamen biyolojik bir süreçtir.
Gerçek şudur ki, evrimsel değişimin ardındaki itici güç türler arasındaki rekabet değildir. Evrimin bir grubun tamamı üzerinde etkili olamayacağını unutmayın; sadece bazı bireyler hayatta kalmaya ve üremeye daha uygun ve hayatta kalmak ve üremekte daha başarılı olabilirler ve böylece (mutasyona uğramış) genlerini sonraki kuşaklara aktarma görevini daha verimli şekilde yerine getirebilirler.
J. Paul Getty, “Yeraltı zenginlikleri değil belki ama yeryüzü alçakgönüllülere kalacak” demiştir.
Anne ve doğmamış bebeğini bir işbirliği ve uyum modeli olarak zihnimizde canlandırma eğilimindeyizdir. Ne de olsa anneyle bebek birbirleriyle genetik bakımdan özdeş değildir; aslında genlerinin sadece yarısı aynıdır. Üstelik bebek babasının genlerini taşıdığı için, immünolojik bakımdan da annesiyle uyumlu değildir. Sonuçta fetüs yabancı bir dokudur. Başka bir zaman vücudun başka bir yerine yerleştirilse annenin bağışıklık sistemi tarafından anında reddedilir. Rahimdeki bebek tam bir parazittir ve organ nakli operasyonuyla vücuda yerleştirilmiş bir böbrek gibi vücut tarafından reddedilmemesinin sebebi bugüne dek tam olarak anlaşılmış değildir.
Embriyo ana rahmine yerleşince, rahim duvarını, özellikle de ana atardamar duvarlarını gerçek anlamda istila eder ve yapılarını annenin vücudu tarafından eskisi gibi kontrol edilemeyecek şekilde değiştirir. Bu atardamarlar daha sonra annenin vücudunun yapacağı engellemelere takılmadan fetüse oksijen, hormon ve besin maddeleri taşır. Eğer annenin vücudu fetüse taşınan besin maddesi miktarını kısıtlamaya çalışırsa kendi dokularına giden besin maddelerini de kısıtlamış olur. Ve fetüs doğrudan annenin damarlarına bağlı olduğu için, plasenta ve annenin vücudunda kolaylıkla taşınabilecek kimyasallar da salgılayabilir.
Eskiden biyologlar anne için iyi olan şeyin bebek için de iyi olduğunu düşünürlerdi. Bunun mutlaka böyle olmak zorunda olmadığını artık biliyoruz.
Ama bildiğimiz gibi, genler hayatta kalma şanslarını azami seviyeye çıkarmak için evrilmişlerdir ve gebelik boyunca annenin ve babanın genlerinin çıkarları hafifçe çatışır. Olaya babanın genleri açısından bakıldığında, bebeğin iri olması babanın genlerinin çıkarına uygundur. Daha büyük bebeklerin gebelik döneminden sağ çıkma, doğumdan sonra sağlıklı olma ve dolayısıyla hayatta kalma olasılığı daha yüksektir. Ama olaya anne (ya da daha doğrusu annenin genleri) açısından bakıldığında, bebek sağlıklı olmalı ama çok iri olmamalıdır. Çok iri bir bebek gebelik sırasında annenin vücut kaynaklarını tüketecek ve doğduktan sonra da anne için çok daha büyük bir tehdit olacaktır. Annenin doğum sırasında ölme olasılığı çok yüksektir ve bebek ne kadar iri olursa bu olasılık o kadar artar. Bu nedenle, annenin genleri bebeğin büyüklüğüyle yaşama kabiliyeti arasında bir orta yol bulmaya çalışacaktır.
Cazibe söz konusu olduğunda, cinsel seçilimin itici gücü karşı cinstir. Cinsellik yoluyla üreyen pek çok türde dişiler eşlerini seçme ayrıcalığına sahiptir. Ayrıca annelerin çocuklarını karınlarında taşıma ve büyütme uğraşına erkeklerin spermlerinden çok daha kıymetli olan yumurtalarını ve yine erkeklerden çok daha fazla zaman ve enerji yatırdıkları unutulmamalıdır. Bu nedenle, bir dişinin erkeğini seçerken hata yapmak gibi bir lüksü yoktur. Başka deyişle, dişilerin yaptığı seçim büyük ve önemli bir seçimdir; erkekler dişileri elde etmek için birbirleriyle yarışırken dişiler saha kenarında oturup yarışmanın sonucunu beklemezler.
İşlemekte olan bir başka ilginç süreç daha vardır; orman tavukları arasında, tıpkı insanlarda olduğu gibi, bazı erkekler kızların hepsini tavlar. Dişilerin yüzde 80’i en iyi dansçıyı seçer. Son araştırmalar bunun sebebinin bazı dişilerin başka dişilerin tercihlerinin kendilerini ve en iyi erkeğe götüreceğine inanması olabileceğini göstermiştir.
Araştırmacılar dişi orman tavuklarını temsil eden içi doldurulmuş manken kuşlar kullanarak, bir dişi orman tavuğunun, çevresinde daha çok dişi toplanan erkekleri tercih etme eğiliminde olduğunu göstermiştir. Benzeri şekilde, insan psikolojisine yönelik olarak yapılan bir araştırmada, kadınların kendilerine başka kadınlar tarafından da beğenildiği söylenen erkeklerle çıkma eğiliminde oldukları anlaşılmıştır.

İnsan Masalı
Fosil kayıtları insanın yetenekleri ve yaratıcılığında beynin büyümesine paralel bir artış olduğunu göstermemektedir; taş yonga ve daha sonra gözyaşı damlası biçimindeki el baltasının tasarımı bir milyon yıl boyunca hiç değişmemiştir. Bu zaman zarfında beyin gittikçe büyümüştür. Böyle bir adaptasyonun gerçekleşmesi için itki olabilecek belirgin bir çevresel ya da iklimsel bir değişim de meydana gelmemiştir.
Ama şunu da unutmamalıyız ki, pek çok başka hayvan, vücutlarına oranla çok daha büyük beyinlere sahip olmaksızın hayatta kalmış ve başarılı olmuştur. Beyinler olmaları gerektiği kadar büyüktür. Bir nedenden ötürü bizim beynimiz çok hızlı büyümüştür. Beyin inşa etmek ve bakımını yapmak çok pahalı bir iştir; bu nedenle seçilim baskısı da çok büyük olmalıdır.
Ama beyin hakkında kaçak seçilimin açıklayamadığı bir nokta vardır. Cinsel seçilimin kuralları gereği, dişilere kur yapmakta kullanmak üzere son derece karmaşık süsler geliştirmesi gerekenler erkeklerdir; dişilerse kendi enerjilerini eş seçmeye ayırırlar ve gerekli olmadığı için de pek az süse sahiptirler. Ama modern kadın ve erkeklerin beyinlerinin kapasite ve büyüklük bakımından birbirlerine fazlasıyla yakın olduğunu biliyoruz; sadece, vücutları kadınlara göre daha iri olduğu için erkeklerin beyni kadınlarınkinden biraz daha büyüktür, o kadar.
Eğer erkekler kadınları cezbetmek ve onlara kur yapmak için çok büyük beyinler geliştirdiyseler, nasıl olmuş da kadınların beyni erkeklerinkiyle aynı boyutlara ulaşmıştır?
Öyle görünmektedir ki, aşırı büyük beynimiz cinsel seçilimin süsü değildir. Başka bir açıklama olmalıdır.

İnsan Davranışı
Diskoda bir kıza “Cumartesi gecesi ne yapıyorsun?” diye soran Woody Allen’ın ne kadar şansı olduğunu düşünün. Kız “İntihar edeceğim” diye yanıt verir. (Woddy, “Peki Cuma’ya ne dersin?” der).
Gelin, bir eşte en çok aranan özellikleri şöyle bir anımsayalım. Kadınlar yüksek statüye sahip, başarma tutkusuyla dolu erkekleri tercih ederler. Bu erkekler kadınlara statülerini nasıl gösterirler? Finansal ve sosyal üstünlüklerinin simgelerini gösterirler.
Kadınlar kahraman da ararlar; erkek fedakar ve özgeci olsun isterler. Bu nitelikleri gururla sergilemek erkeğin kur yapma gösterisinin değişmez öğesidir. Kadınlar fiziksel nitelikler (kuvvet, cinsel güç ve sağlık işaretleri) de ararlar ama bunlar ikinci planda kalır. Kadınlar erkeklerden, Rusların dediği gibi, denizin derinliği sanki diz boyuymuş gibi davranmalarını isterler.
Kadınlar da cazibelerini gösterirler. Giyim ya da makyaj erkeklerin genellikle çekici bulduğu biyolojik özellikleri vurgular. Örneğin, Viktorya döneminde kadınların giydiği kum saati biçimindeki korseler erkeklerin arzuladığı vücut ölçülerinin yansımasıdır. Allık ve ruj sürülmesi cinsel isteğin artmasıyla birlikte yanak ve dudakların renklenmesinin taklit edilmesidir. Ama ilginç olan şey, etrafta erkekler olmasa bile kadınların giyim ve görünümlerine özen göstermeleridir. Hemcinsler arasındaki rekabet en az erkeklere çekici görünmek kadar önemlidir.

Görünmez Ayrımcılık Engeli
Gündelik deneyimlerimizden yola çıkarak, erkeklerin kadınlardan daha çok risk aldığını söyleyebiliriz; hem gündelik yaşamlarında risk alırlar hem de tehlikeli etkinliklerden hoşlanırlar. Örneğin, çok hızlı araba süren ve dolayısıyla trafik kazalarında ölen erkeklerin sayısı kadınların sayısından daha fazladır. Erkeklerin ortalama ömrünün kadınlarınkinden daha kısa olmasının sebeplerinden biri budur. Erkekler çeşitli türden ölümcül kazalara daha çok karışırlar.
Ahlaklı Hayvan adlı kitabın yazarı Robert Wright erkeklerin kadınlara oranla risk almaya çok daha fazla istekli olmalarının yanı sıra çok daha büyük hırslar peşinde koştuklarına ve bu iki özelliğin insan erkeğinin özünde yer alan çok önemli evrimsel adaptasyonlar olduğuna inanmaktadır.

Eğer bu doğruysa, ilginç politik sonuçlar ortaya çıkacaktır. Eğer erkeklerin hırslı olması doğal ise, erkeklerin iş yaşamında kadınlardan daha başarılı olmasının sebebi cinsiyet ayrımcılığı ya da önyargılar olmayabilir mi? Bu teoriye göre, kadınlardan hiçbir alanda erkekler kadar başarılı olmaları beklenmez.
Rekabet içgüdüsü yeni senfoniler bestelemekten tutun yeni bilimsel keşifler yapamaya dek insanın her türlü çabasında rol oynar. Doğal yetenekler insanı nadiren deha yapar ya da çok başarılı kılar. Yetenek ısrarlı olmakla kazanılır. Yetenek risk almayı istemek, en iyi olmayı şiddetle arzulamaktır.

BÖLÜM 6
ŞİDDET
Lombroso

Cesare Lombroso yaşadığı dönemin en ünlü krimonologlarından biriydi. Lombroso’nun akademik kariyeri doruğuna 1876’da en ünlü eseri L’Uomo Delinquente yani Suçlu Adam ile ulaştı.
Lombroso suç işleme eğiliminin kalıtsal olduğunu ve bir insanın suç işleme eğilimine sahip olup olmadığının başının biçimine bakılarak anlaşılabileceğini kanıtlamaya çalıştı. Temel yaklaşımı gerçekten on sekizinci yüzyılda popüler olan frenoloji biliminin bir devamı niteliğindeydi.
Lombroso ilk insanların şiddet ve suça modern insandan çok daha fazla yatkın olduğunu düşünüyordu. Modern suçlular atalarının sadece suç işleme eğilimine değil, fiziksel görünümüne de sahip oluyorlardı. Ancak, bir süre sonra Lombroso’nun teorisi gözden düştü. Yüz özellikleri ile suç işleme eğilimi arasındaki bağlantının tamamen uydurma olduğu anlaşıldı.
Lombroso gözden düşünce, kriminologlar dikkatlerini suçun sebeplerini açıklamaya çalışan daha mantıklı fikirlere çevirdiler; yetişme tarzı ile sosyal ve ekonomik altyapıya önem vermeye başladılar. Sosyal bilimciler suç işleme eğilimini belirlenimci genetik programlamanın bir sonucu olarak görmek yerine, köklerini aile ilişkilerinin çözülmesinde, şiddet döngülerinde ve finansal zorluklarda aradılar. Lombroso 1909 yılında öldükten sonra kafası bir kavanoza tıkılıp Torino’daki kriminoloji müzesine kondu ve o zamandan bu yana orada sergileniyor.

Şiddet İnisiyatifi
Beynimizdeki hormon düzeyleri saldırganlık düzeylerini etkilemektedir. Testosteron düzeyinin yüksek olması kişinin saldırganlığının şiddetini artırmaktadır ve bu düzeyler kişiden kişiye değişmektedir. Hormon düzeyleri kişinin içinde bulunduğu koşullara göre önemli ölçüde salınım göstermektedir. Farklı meslek gruplarında çalışan Amerikalı erkekler üzerinde yapılan bir araştırmada en yüksek testosteron düzeyine avukatlarda, en düşük testosteron düzeyineyse din adamlarında rastlanmıştır. Beyin hücrelerinin serotonini soğurma kapasitesinin sınırlı oluşunun (bu, depresyonun en önemli göstergesidir) saldırganlık eğilimleriyle ilişkili olduğu düşünülmektedir. Bu, Prozac benzeri ilaçların şiddete yatkın kişileri dizginleyebileceğini gösterir.
Bir kişinin beyni fiziksel bakımdan farklı olabilir, ama bu, bu farklılığın o kişiye atalarından miras kaldığı anlamına gelmez. Bağlantılardaki farklılıklar dışsal etmenlerin yan etkileri olabilir. Böylece, şiddetin sosyolojik açıklamasına farklı bir yoldan ulaşmış oluyoruz.
Bilim suçluyu suç işlemeden yakalamaya çalışan günümüz Lombroso’sunun isteklerini karşılamaya hazır değildir. Hiçbir sinirbilimci, polis ya da ebeveyn bir bebeğin gülümseyen yüzünün ardında potansiyel bir katilin saklı olup olmadığını söyleyemez. Bebeğin tuhaf biçimli bir kafatasına sahip olması veya sinirsel yapısında bir tuhaflık bulunması onun gelecekteki davranışlarını tahmin etmemize olanak tanımaz.

Bilginlerin Kabul Ettiği Bir Görüş
1986 yılında, yirmi kişiden oluşan bir bilginler grubu Uluslararası Barış Yılı dolayısıyla Seville’de UNESCO himayesinde bir araya geldi. Amaçları şiddet ve savaşın sebeplerini tartışmak ve konuyla ilgili bir bildiri hazırlamaktı. Bildiri şu cümleyle başlıyordu:
Bize hayvan atalarımızdan bir savaşma eğiliminin miras kaldığını söylemek BİLİMSEL BAKIMDAN YANLIŞTIR.
Savaş biyolojik bakımdan mümkündür, ama farklı zaman ve mekânlarda değişik biçim ve nitelikler alarak meydana gelen olayların da gösterdiği gibi, kaçınılmaz değildir.
İnsan doğasının savaşmaya ya da şiddet içeren başka davranışlar sergilemeye genetik olarak prdgramlandığını söylemek BİLİMSEL BAKIMDAN YANLIŞTIR... Ender görülen patolojiler dışında, genler şiddete zorunlu olarak yatkın bireyler üretmezler.
İnsanların şiddete yatkın bir beyne sahip olduğunu söylemek BİLİMSEL BAKIMDAN YANLIŞTIR. Nasıl davranacağımız nasıl koşullandığımıza ve sosyalleştiğimize bağlıdır. Nörofizyolojimizde bizi şiddet içeren tepkiler vermeye zorlayan bir şey yoktur.
... Biyoloji insanlığı savaşa mahkûm etmez... Savaşı icat eden tür barışı icat etme yeteneğine de sahiptir. Sorumluluk her birimize aittir.
Böylece Seville Yirmileri çevresel etmenlerin şiddet ve savaşın en büyük sebepleri olduğunu savunmuş oluyorlardı.
Bildiri pek çok bakımdan mantıklı bir görüşü özetlemektedir. Genetik programlamanın tüm yaşamımızı egemenliği altına alan çok büyük bir güç olduğu iddiasını reddetmektedir. Kişisel ve sosyal yaşamlarımız sürekli bir değişim içinde olan kültürel güçler tarafından yönetilmektedir; siyasal kültür, yetişme tarzı, sosyal ve ekonomik konum bu güçlerden en önemlileridir.
Seville Bildirisi iyi niyetle hazırlanmıştır, ama Yirmiler bildirilerinde görüşlerini destekleyecek gerçek kanıtlar sunmamışlardır.

İnsanlar Neden Şiddete Başvurur?
Şiddet, rakibi ikna etme girişiminin başarısız olmasından sonra son çare olarak başvurulan genellikle ani ve bilinçdışı bir tepkidir. Ve ilk bölümde gördüğümüz gibi, savaş ya da kaç içgüdümüzün sadece korku hissiyle harekete geçmediği, bunda öfke hissinin rolü olduğu da ortaya çıkar. Kandaki adrenalin düzeyinin ve kan basıncının yükselmesi şiddete başvurmak (ya da şiddete başvuran bir rakipten kaçmak) için zorunlu olan koşullardır.
Çoğumuzun fiziksel yapısı şiddete başvurmaya uygun değildir. İnsanlar Australopithecus’tan bu yana çok daha narin yapılı olup çıkmıştır; modern insanlar zayıftır, ortalama büyüklükte yetişkin bir şempanzeden daha güçsüzdür ve pek çok canlı türünü etkili saldırganlar haline getiren diş ve pençelerden de yoksundurlar. Ama belki de alet kullanma yeteneğimiz fiziksel yetersizliklerimizi önemsiz hale getirmektedir. Fiziksel bakımdan zayıf olsak bile, sopa savurabilir, mızrak fırlatabilir, yay kurup ok atabiliriz.
Sanayi-sonrası modern Batı toplumunda şiddet içeren suçlar işlemeye en uygun adaylar, istatistiksel olarak, kent merkezindeki köhnemiş mahallelerde yaşayan yoksul siyah gençlerdir. Bunun sebebi, bazı teorisyenlerin savunmaya çalıştığı gibi, siyah gençlerin şiddete genetik bakımdan daha yatkın olmaları değildir. İçinde yaşadıkları sosyal koşullar onlara hem motivasyon kazandırarak hem de fırsatlar yaratarak bu gençleri suç işlemeye itmektedir. Yoksul, hedeflerine ulaşamamış ve malı mülkü olmayan kişilerin risk almaya çok daha hevesli olduğu bir gerçektir. Kaybedecek çok daha az şeyleri vardır. Daly ve Wilson’un söylediği gibi “ertesi gün hayatta olacağından kuşku duyan kişi, bugün elinden geleni yapar”.
Eğitimsizlik, yoksulluk ve toplum içinde bir şiddet kültürü; bunlar suçun belirgin işaretleri ya da tetikleyicisidirler. Ama bu, sorunun ele alınışında genetik bir açıklamaya hiç yer olmadığı anlamına gelmez.
Şiddete genetik yatkınlığı olan bir grup vardır: Erkekler. Suçların ve şiddet içeren suçların çok büyük kısmı erkekler tarafından işlenmektedir.
Shakespeare “Altın, insan ruhuna etki eden en güçlü zehirdir, bu iğrenç dünyada öteki öldürücü maddelerin tümünden daha azılı bir katildir” diye yazar.

Babalar ve Kızlar
Cinsiyetimizi iki kromozom belirler. Tüm yumurtalar sadece bir adet X kromozomu içerir, spermse ya sadece bir X kromozomu ya da sadece bir Y kromozomu taşıyabilir. Döllenme sırasında üreme hücreleri kaynaşır ve tüm normal embriyolarda yirmi üç kromozom çifti XX ya da XY kromozomlarından oluşur. XX kromozomu alanlar dişi, XY kromozomu alanlar erkek olur. Sonuçta herkesin en az bir X kromozomu vardır ve kadınlar hem annelerinden hem de babalarından X kromozomu alırlar. Erkeklerin X kromozomu annelerinden gelmek zorundadır.
Çoğu kız çocuğunun hem annelerinden hem babalarından X kromozomu aldığını, fakat erkek çocuklarının X kromozomunu sadece annelerinden aldığını unutmayın. Bundan dolayı, oğlanlar annelerinden anti-sosyallik genini almakta ama babalarından fren mekanizmasını alamamaktadırlar. Başka deyişle kızların çoğu erkeklerden daha usludur ve bunun nedeni genetiktir. Erkekler kötü davranmaya programlanmıştır.
Teoriye göre, erkekler bu nedenle kızlara oranla daha yıkıcı, duyarsız ve anti-sosyal olma eğilimindedirler.
Elbette bir çocuk önceden programlanmış bir gen yığını değildir. Yetişme ve sosyalleşmenin davranışlarla çok ilgisi vardır. Oğlanların saldırganlığı ebeveynlerinden ve yakın çevrelerinde bulunan başka kişilerden öğrenme olasılığı kızlara oranla çok daha fazladır. Kızlar bebeklerle, oğlanlar silahlarla oynar ve Barbie bebeklerinin eşyaları arasında bir M16 makineli tüfeği bulunmaz.
Genelde pek çok kadın en az erkekler kadar kavgacıdır ve kendileri dövüşmese bile, erkekleri dövüşmeye kışkırtırlar, hatta bu kışkırtıcılığı erkekler dövüşmek istemediği zaman dahi yapabilirler. Askeri tarihçi Martin Van Creveld “Ne kadar tatsız bir gerçek olursa olsun, savaşların nedeni erkeklerin dövüşmeyi ve kadınların da kendileri adına dövüşen erkekleri sevmesidir” demiştir.

Savaşçı İnsan
Ben Homo sapiens’in, evrim yoluyla, bir şiddete başvurma yeteneği geliştirdiğine ve içinde yaşadığımız koşullar ve ekolojiye bağlı olmak kaydıyla, savaşı bir strateji olarak seçebildiğine inanıyorum. Savaşma yeteneğimiz adaptasyon yoluyla elde edilmiş gibi görünmektedir. Saldırıya uğradığında savaşma ya da savunma içgüdüsüne sahip olanların doğal seçilim tarafından ödüllendirilmiş olması akla yakın gelmektedir. Ve ilk insan gruplarından biri silaha sarıldığında öteki gruplar da aynı şeyi yapmak zorunda kalmış olmalıdırlar. Eğer hayatta kalmak ve çoğalmak istiyorlarsa savaşmaktan başka seçenekleri yoktur.
Bertold Brecht “Savaş, aşk gibidir, daima bir yolunu bulur” demiştir.
İnsanlık tarihini savaşlar şekillendirmiştir. 10.000 yıl önce insanlar toprağa yerleşip tarım yapmaya ve uygarlıklar kurmaya başladıktan sonra, savaşmakta da ustalaşmışlardır.
Teknoloji geliştikçe şiddete büyük ölçekli ve örgütlü şekilde başvurma yeteneğimiz de rafine hale geldi. Savaşmaya ellerimizle başladık, sonra elimize taşlar aldık, ardından bu taşları bilemeyi ve el baltası yapmayı öğrendik. 50.000 yıl kadar önce mızrağı, sonra ok ve yayı icat ettik, ardından mancınık, tatar yayı ve nihayet ateşli silahlar geldi. Savaşın ölçeği büyüdükçe, askerler daha gelişmiş silah teknolojilerine kurban gitmeye başladı. Neler yapabileceklerini Hiroşima’da gördüğümüz nükleer silahlar insanlığın ürettiği ölümcül teknolojilerin doruğundaki yerini aldı.
Einstein kendi keşifleri sayesinde insanlığın ne büyük bir yıkıcı güce sahip olabileceğine işaret ediyordu: “Üçüncü Dünya Savaşı’nın hangi silahlarla yapılacağını bilmiyorum, ama Dördüncü Dünya Savaşı taşlar ve sopalarla yapılacak”.
Bir futbol takımını tutmaktan ileri gelen tutkularımızın kökleri bile dünyayı dost ve düşman olarak ikiye ayırma içgüdümüze uzanır.
Tüm insanlarda bulunan bu özelliğin sonuçları çok ağırdır. Yahudi Soykırımı’nı, İspanyol Engizisyonu’nu, sömürgeciliğin yarattığı korkunç yıkımı; Ruanda, Kosova ve Afganistan’ı; dünya savaşlarını, iç savaşları, etnik çatışmaları, Kültür Devrimi’ni ve Sıfır Yılı’nı düşünün.
« Son Düzenleme: Ocak 09, 2011, 04:49:27 öö Gönderen: MASON »
- Sahsima ozel mesaj atmadan once Yonetim Hiyerarsisini izleyerek ilgili yoneticiler ile gorusunuz.
- Masonluk hakkinda ozel mesaj ile bilgi, yardim ve destek sunulmamaktadir.
- Sorunuz ve mesajiniz hangi konuda ise o konudan sorumlu gorevli yada yonetici ile gorusunuz. Sahsim, butun cabalarinizdan sonra gorusmeniz gereken en son kisi olmalidir.
- Sadece hicbir yoneticinin cozemedigi yada forumda asla yazamayacaginiz cok ozel ve onemli konularda sahsima basvurmalisiniz.
- Masonluk ve Masonlar hakkinda bilgi almak ve en onemlisi kisisel yardim konularinda tarafima dogrudan ozel mesaj gonderenler cezalandirilacaktir. Bu konular hakkinda gerekli aciklama forum kurallari ve uyelik sozlesmesinde yeterince acik belirtilmsitir.


Ocak 09, 2011, 03:53:13 öö
Yanıtla #3
  • Administrator
  • Uzman Uye
  • *
  • İleti: 9553
  • Cinsiyet: Bay
    • Masonluk, Masonlardan Öğrenilmelidir

BÖLÜM 7
İŞBİRLİĞİ VE ÖZGECİLİK
Keşişler

On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde bu yaşam tarzı bir süre için olumlu anlamda moda oldu. Toplumun zengin üyeleri tabii ki münzevi olamıyorlardı; ne de olsa, idare edilmesi gereken görkemli evleri ve eğlendirilmesi gereken dostları vardı. Kendileri münzevi olamadıkları için, evlerinde yaşayacak keşişler tutuyorlardı. Böylece bu keşişler hem konukları eğlendiriyor hem de onlara ruhani bakımdan faydalı oluyorlardı.
Aydınlanma filozofu Denis Diderot “İnsan toplum için doğar” demiştir. “Onu toplumdan ayırır, yalıtırsanız, fikirleri tutarsızlaşır, karakteri değişir, yüreğinde binlerce saçma his, ruhunda bozkırda çıkan dikenler gibi binlerce gereksiz düşünce biter”. Pek çoğumuz arkadaşsız, ailesiz, sevgilisiz bir hayat yaşamayı hayal bile edemeyiz. Sosyal temas günlük hayatımızın merkezinde yer alır. Fakat bunun neden böyle olduğunu açıklamak güçtür.

Bencil Gen Teorisi
Bazı canlı türlerinin üyeleri sadece çiftleşmek için bir araya gelirler. Zamanlarının çoğunu yalnız bireyler olarak geçirir, kendi kendine yeten organizmalar olarak beslenir, uyur, barınır ve öldürürler. Pleistosen savanasında insanlar yalnız başlarına yaşayamazlardı. Bunun sebebi insanlarla bir arada bulunma ihtiyacı duymaları değil, yalnız başına hayatta kalma yeteneğine sahip olmamalarıydı. Yiyecek bulmak, zorlu hava koşullarıyla mücadele etmek, yırtıcıları savuşturmak ve çocuk yetiştirmek işbirliği gerektiriyordu.
1976’da, evrimci biyolog Richard Dawkins en ünlü ve parlak kitabı Bencil Gen’i yayınladı. Tez, hayatta kalma ve kendini kopyalama şansını artıran her genin yayılmasının başka genlerin aleyhine olacağını ifade ederek başlar. Başka deyişle, bazı genlerin iyi durumda olmasının (yani tüm nüfusa yayılmasının) sebebi, bir anlamda, bencil olmaları ve kopyalanma şanslarını artırmalarıdır. Başarılı genler bencil varlıklarmış gibi hareket ederler. Bu, bencil gen teorisinin ilk yarısıdır. İkinci yarısı da şöyledir: Organizma genler tarafından inşa edilir. Bundan dolayı, organizmalar genlerin kendini kopyalama şansını artırmak için genler tarafından yaratılan makinelerdir.
Dünya üzerinde kendi başına var olan hiçbir DNA türü yoktur. Ama bilinenler arasında buna en yakın form, koruyucu bir protein kılıfı içine yerleşmiş kopyalayıcı liflerden ibaret olan basit virüslerdir. Koruyucu kılıfın yapılması için gereken talimatlar DNA’nın kendisinde şifreli halde bulunmaktadır ve bu organizmalar tüm öteki hayvanların müjdecisidir. Burada anlatılmak istenen şey şudur: İnsan dahil her organizma aslında DNA için yapılmış koruyucu bir kılıftır. Dokuları, kemikleri, deriyi, kanı ve sinir sistemini oluşturmak üzere farklı gruplar halinde bir araya gelen hücrelerimiz DNA’nın olağanüstü derecede karmaşık hayatta kalma makinesinin ayrılmaz bileşenleridir. Bu görüş, gen merkezli evrimin mantıksal sonucu, şaşırtıcı olmakla birlikte kaçınılmaz neticesidir. İnsan vücudu ve beyni DNA kopyalayıcısının hayatta kalmasını sağlamak için tasarlanmış adaptasyonlardır.
Dawkins neden genlerimize bencil demektedir? Genlerimiz bencildirler, çünkü varoluş sebepleri hayatta kalmalarını sağlamaktır. Şu an bir genomun içinde var olmalarının sebebi kendilerini artık var olmayan rakiplerinden daha başarılı şekilde kopyalamış olmalarıdır. Doğal seçilim başarılı genlerin tüm nüfusa yayılarak başarısız genlerin yerini almasından ibarettir.
Benim kendi tıbbi çalışma sahamda gözlediğim kadarıyla, insanlar evlat edinmek yerine kendi biyolojik çocuklarına sahip olabilmek için çok uzun yollar teper, çok büyük masraflara girerler. Gerçek çekirdek ailenin parçalanması ve hareketliliğin artmasıyla birlikte biyolojik bağlar biraz daha zayıfladıysa da, hepimiz bilinçli ya da bilinçsiz şekilde bu ayrımı yaparız.
Hem demokratik hem de despotik rejimlerde hükümetin yaptığı kadro atamalarına şöyle bir göz atarsak, akrabaları kayırmanın ne kadar yaygın bir uygulama olduğunu görürüz. George W. Bush olağanüstü politik becerileri ya da üstün zekası sayesinde ABD Başkanı olmamıştır. Irak’ın yönetici seçkinleri bu meseleye daha iyi örnek teşkil eder. Saddam Hüseyin’in küçük oğlu Kusay iktidardaki partinin yönetim kurulu üyesidir ve Cumhuriyet Muhafızlarını yönetmektedir. Saddam’ın büyük oğlu Uday Irak’ın en etkili gazetesini ve Saddam’ın Komandoları olarak bilinen paramiliter bir gücü yönetmektedir. Her iki oğul da babalarından sonra başkan olmaya adaydır.
Hayvanlar âleminde işbirliği sadece akraba olmayan bireyler arasında değil, türler arasında bile gelişmiştir.
Bazı karınca türleri bitkilerin özsuyunu emip içindeki besin maddelerini çıkarmakta son derece başarılı olan yaprak bitleriyle verimli bir ilişki kurmuştur. Yaprak bitleri çıkardıkları besin maddelerinin sadece birazını kullanır, geri kalan kısmını vücutlarının arka ucundan, bir tür bal olarak dışarı atarlar. Normalde bu bal yere damlayıp toprağa karışır ve ziyan olur, ama karıncalar yaprak bitlerini sağma becerisini geliştirmiştir: Yaprak bitlerinin vücutlarının arka ucuna vurur ve dışarı akan balı yakalarlar.
Yaprak bitleri bu ilişkiden çok hoşnuttur. Onlar karıncalara bal verir ve karıncalar da onları yırtıcılardan korur. Birkaç yaprak biti türü karıncaların onların yumurtalarını alıp yeraltındaki yuvalarına götürerek muhafaza etmelerine bile izin verir. Yavrular yumurtadan çıkmadan hemen önce karıncalar onları bal üretim hattındaki yerlerini almaları için sağma bölgesine geri getirirler.
Savanada avlanmak Tutuklunun İkilemi oyununun mükemmel bir örneğidir. Eğer bir geyik ya da antilop öldürülürse, bir kişinin ya da bir ailenin tüketebileceğinden çok daha fazla et elde edilir. O halde, eti paylaşmak makul bir stratejidir; kimse aç kalmaz, hiç et ziyan olmaz. İşbirliği şu anlama gelir: Av hayvanını bugün siz öldürmüş olsanız bile etin hepsini alamayacak olmanızın doğuracağı maliyet, yarın av yakalayamamanıza rağmen et yiyebilecek olmanızın sağlayacağı faydanın yanında küçük kalır.
Modern avcı-toplayıcı toplumların üyeleri hileci veya bedavacılara karşı sosyal yaptırımlar uygulamaya son derece isteklidirler. Kanada’nın kutup yöresindeki Kuzeybatı Geçidi kıyılarında yaşayan bir Eskimo kabilesi olan Netsilik erkeklerinin hepsi fok balığı avına katılmaları beklenen sağlıklı kişilerdir. Ava çıkmayan kişi eleştirilir ve davranışları çok kötüyse tüm grup tarafından toplum dışına itilir. Kung halkında bir söz vardır. Eğer birisi kendisi için yiyecek veya başka eşyalar istifliyorsa, o kişi için “yiyeceğini/eşyasını sırtlan gibi koruyor” denir. İstifçiye verilen ceza, canı acıyana dek vermek, başka deyişle, tüm yiyeceğinden olmaktır. İşbirliği ve komün sisteminin işlemesi ikna, aşağılama ve acı verici yaptırımlarla sağlanmaktadır.
Ve eski bir Müslüman atasözü de şöyle der: “Allah’a güven, ama yine de deveni sıkı bağla”. Güven ve işbirliği içgüdülerimiz hile tespit mekanizmaları, sosyal normlar ve cezalar tarafından korunmaktadır. Develerimiz iyidir ve gerçekten sıkı bağlanmıştır.
İşbirliği yapma ve sosyalleşme yeteneğimizin davranışlarımızı değiştirmemizi önleyecek ölçüde genlerimize işlemiş olduğunu söyleyemeyiz.

Sonuçlar
Bencil genlere sahip olmamız illa Hobbes’un söz ettiği türden bir şiddet ve düşmanlık girdabına yol açacak, herkesi bu girdabın içine çekecek diye bir şey yoktur.
Richard Dawkins, “Eğer siz de benim gibi bireylerin herkesin iyiliği için birbirleriyle cömertçe ve fedakârca işbirliği yaptığı bir toplum inşa etmek istiyorsanız dikkatli olun, zira biyolojik yapımızın bize pek az yardımı dokunacaktır. Gelin insanlara cömert ve özgeci olmayı öğretelim, çünkü bencil doğuyoruz” demektedir.
Ben bunun doğru olmayabileceğini düşünüyorum. Evrimsel tarihimiz boyunca Tutuklunun İkilemi oyununu o kadar çok oynadık ki, bencilliğin uzun vadeli bir strateji olan işbirliğini alt etmesi artık zor görünüyor. Hem savanadaki hem de modern dünyadaki sosyal yaşam bir sıfır toplamsız oyundur. Eğer işbirliği yaparsak hepimiz kazançlı çıkarız, yapmazsak hepimiz kaybederiz.
Savaş birlik ve beraberlik ruhunu barıştan çok daha kolay yaratır. Savaş zamanında işbirliği yapmak daha yüce bir hedefmiş gibi görünebilir, ama bireyin hayatta kalması hâlâ bu motivasyonun kalbinde yer almaktadır. Oyun teorisi ve ekonomiden alınan tüm kavramlar (strateji, işbirliği ve sıfır toplamsız oyun) insanları bencil varlıklar olarak betimler. Daha çok yiyecek temin edebilmek, daha çok seks yapabilmek, daha güçlü konumlara yerleşebilmek, kendimizi yırtıcı hayvanlardan koruyabilmek, zor şartlarla başa çıkabilmek ya da düşmanlarımızı yenebilmek için işbirliği yaparız. Gerçekten bu kadar bencil yaratıklar mıyız?
Sanırım değiliz. Fransa’da yaklaşık 200.000 yıl öncesine ait o narin çene kemiğinin keşfedilmesi Homo sapiens’in zayıf ve savunmasız türdeşlerine baktığını göstermektedir.
Bencillik doğal seçilimin ayırt edici özelliği olabilir, ama tüm insan davranışlarını açıklamadığı gibi, insan içgüdüsünü de eksiksiz şekilde tarif edemez.

BÖLÜM 8
AHLÂK, DİN VE İÇGÜDÜ

İlk önce, bir nesneyi kavrayan bir insanı izlerken, adeta onları aynı hareketi yapmaya hazırlıyormuşuz gibi, bizim ellerimizdeki kasların da hafifçe kasıldığı tespit edildi. Gerçekten de, bir başka kişinin bir hareketini izlerken bir yerlerimizin istemsiz şekilde hareket ettiğini fark etmemiz olasıdır.
 Çok beğendiğimiz bir futbolcu bir maçın önemli bir pozisyonunda topa vurmak üzereyken biz de kendimizi olmayan bir topa vururken bulabiliriz. Bir film izlerken, kötü adam Clint Eastwood’a bir yumruk savurduğunda hiç başınızı yana eğmediniz mi?
Sonuçta, beyin görüntüleme araştırmaları ayna nöronlarını insan beyninde de bulunduğunu göstermiştir. Vilayanur Ramachandran ve çalışma arkadaşları San Diego’daki California Üniversitesi’nde belli beyin dalgalarının bastırılmasını içeren bir deney yürütmektedir. Beyinde çeşitli elektrik dalgası modelleri mevcuttur.
Bunlardan “mu dalgaları” adı verilen dalga çeşidi motor kortekste bulunur. Bu dalgalar hareket veya hareket etme niyetiyle ilişkilidir ama kişi elini hareket ettirince kesilirler. Araştırmacılar bir kişinin beynindeki mu dalgalarının bir başka kişi elini hareket ettirince de bastırıldığını keşfettiler. Bunun sebebi bir tür taklit işlevi olabilirdi. Rizzolatti de yapmak ve izlemek ile ilişkili beyin aktivitesi modellerinin birbirine benzediğini gösteren deneyler yürütmektedir.
İnsan beyninin konuyla ilgili bölümlerinden biri Broca Alanı’dır. Bu, konuşmanın gerçekleştirilmesi için kullanılan bir yapıdır. Bu keşif oldukça ilginçtir. Rizzolatti ayna nöronların eylem ve iletişim arasındaki bağlantı olabileceği önermesini yapıyordu. Bu yapılar bizim başkalarının eylemlerini yorumlamamıza ve anlamamıza olanak vermelerinden dolayı, iletişim ve konuşmanın gelişiminde rol oynamış olabilirlerdi. Rizzolatti, belki de kasların istem dışı hareket etmesi, sonunda sesli konuşmayı doğuran el kol hareketlerinin ilk adımları olabilir, diyordu.
Ramachandran, Broca Alanı’ndaki ayna nöronların keşfi sayesinde insan zihninin evrimi hakkında bol miktarda bilgi edineceğimizden emindir. “DNA biyoloji için ne yaptıysa, ayna nöronların da psikoloji için aynı şeyi yapacağını tahmin ediyorum” demektedir. “Ayna nöronlar bize toparlayıcı bir sistem sunacak ve bugüne dek gizemli kalmış ve üzerinde deney yapılamamış bir sürü zihinsel yeteneğin açıklanmasına yardım edecektir”. Ramachandran ayna nöronların insanın evrimindeki “İleri Doğru Büyük Sıçrama” adı verilen kritik değişimden kısmen sorumlu olabileceğini düşünmektedir. 45.000 ila 75.000 yıl önce sembolik sanat başlamış, bunu alet ve silahların karmaşıklaşmasında büyük bir sıçrama ve ölülerin incik boncuklarla gömülmesi gibi birtakım ritüellerin icadı izlemiştir. Ramachandran’a göre bu kültürel ilerlemelerin tek sebebi başkalarının eylemlerinin taklit etme ve anlama yeteneğine sahip olmamızdır.
Eğer başka bir kişinin hareketlerini kendi zihnimizde yeniden üretebiliyorsak, o zaman acı ya da haz duygusunu da yeniden üretebiliriz. Pek çoğumuz ayağını bir yere çarpan ya da dişini çektiren birini gördüğümüz zaman yüzümüzü buruşturduğumuzu fark etmişizdir. Bazı kişiler acı çeken insanlarla uğraştıkları için doktorların duygusuzlaştığını düşünür. Bu düşünceden yola çıkarak, doktorların ayna nöronlarının duyarlılıklarını yitirdiği öne sürülebilir.
Stanford Üniversitesi biyoloğu Paul Ehrlich her ahlâk sisteminin biyolojik bir varlık olan insan beyninin ürünü olduğuna inanmaktadır. Ehrlich bir ahlâk sistemi kurma yeteneğinin evrimin bir ürünü olduğunu itiraf etmektedir. Eylemlerimizin sonuçlarını düşünebilir, alternatifler arayabilir ve başkalarının neler hissettiğini zihnimizde canlandırabiliriz. Bütün bunlar değerli niteliklerdir ve özgür iradeyle birlikte bir ahlâk sistemi kurmanın önkoşullarını oluştururlar. Ama bu sistemin içeriği, Ehrlich’e göre, genlerimize bağlı değildir. İnsan kültürünün bir ürünüdür ve bu nedenle pek çok farklı biçim alabilir. Örneğin, Batalı ebeveynler yaramazlık eden çocukların cezalandırılmasının çok akla yakın bir tutum olduğuna inanırlar.
Öte yandan, Inuit ebeveynleri çocukları cezalandırmanın büyük ahlaksızlık olduğunu düşünürler. Son derece önemli konular kültürlerin kendi içinde de ahlaki çekişmeler yaşanmasına yol açar (ötenazi, kürtaj, hayvan hakları en çekişmeli meseleler arasındadır). Madem hepimiz evrim yoluyla gelişmiş ortak bir ahlâk anlayışına sahibiz, o halde bu büyük etik sorunlar söz konusu olduğunda neden uzlaşamıyoruz?
Kuşkusuz, avcı-toplayıcı kampındaki yaşam bize bu sorunları çözecek deneyimler kazandırmaz. Bu sorunlar ve çözümleri uygarlık, tarım ve teknolojiyle birlikte gelir. Eğer insanlar karınlarını doyurma mücadelesi veriyorsa, kimse hayvanlara kötü muamele edilmesini umursamaz.

Bilginler Kesin mi Konuşur?
Biz bilginler doğaya ilişkin bilimsel bakışımızı evrensel gerçek olarak kabul eder, ama böyle yapmakla, en çok gurur duyduğumuz özelliğimizi yani nesnelliğimizi yitiririz.
Nesnelliğimizi yitirdiğimiz zaman, gördüğümüzü sandığımız şeylere ilişkin algılarımız olumsuz yönde etkilenir ve tamamen kusurlu hale gelebilir, böylece yanlış kanılar tüm topluma aktarılabilir.
Çevremizi saran dünyayı ne kadar iyi anlarsak ahlaki tutumumuz da o kadar iyi olur. Nasıl bugün Hammurabi Yasalarını zalim ve ahlaki bakımdan modası geçmiş bir zihniyetin ürünü olarak görüyorsak, yanlış kabullere, hatalı gözlemlere ve yetersiz verilere dayanan dinsel ya da ahlaki görüşleri de öyle değersiz ve yanıltıcı buluruz.
Kesinliği yanlış değerlendiren bilginlerin tutumu kendi dinsel görüşlerini başkalarına dayatmaya hakları olduğuna körü körüne inanan ya da Massachusetts’teki bir kürtaj kliniğine giden hastaları rahatsız eden veya siyahların beyazlarla evlenmesini bu tür şeyler “Kutsal Kitaba aykırı” olduğu için engellemeye çalışan kişilerin tutumundan daha iyi değildir.

Din
Muir Weissinger Calvary’den Tokyo’ya adlı kitabında şöyle yazar: “Bazı agnostikler ve hatta militan inançsızlar bile inancın genel olarak insanın evriminde kaçınılmaz bir öğe olduğunu kabul ederler... Ama değildir, daha çok, evrim süreci içerisinde uzun yıllar önce düşmesi gereken bir kuyruğa benzer; evrimin bu aşamasında hayata ayak bağı olan bir şeydir”.
Wade Clark Roof kısa süre önce yayımlanan Ruhani Pazar: Bebek Patlaması Kuşağı ve Amerikan Dininin Yeniden Oluşumu adlı kitabında güncel araştırmaların Amerikalıların yüzde 94’ünün Tanrıya inandığını, yüzde 90’ının Tanrıya ibadet ettiğini, yaklaşık yüzde 90’ının bir tür dinsel inanca sahip olduğunu gösterdiğine işaret etmektedir. Dışarıdan bakıldığında, Britanya’da durum çok farklı görünmektedir. 1992 yılında gerçekleştirilen araştırmalara göre, büyük çoğunluğu Hıristiyan olan bu adaların yetişkin nüfusunun yüzde 14.4’ünün Hıristiyan Kilisesi’ne aktif şekilde bağlı olduğu tahmin edilmektedir. Ama kiliseye bağlılık azalmakla birlikte, Grace Davie’nin Britanya’da Din adlı kitabında belirttiği gibi, insanlar inanmayı ait olmaya tercih etmektedirler. İnsanlar dinsel inançlarında daha bireysel davranmakta ve pek şaşırtıcı olmayan bir biçimde, bu kitabın kapsamının çok dışında kalan sebeplerden ötürü, kiliseye ait olmayı artık kendi gereksinimleriyle ilişkili görmemektedirler. Ama dinsel düşünce hâlâ güçlüdür ve çöküş süreci içinde olduğuna dair pek az işaret vermektedir. Avrupa Değerleri Grubu tarafından yapılan araştırmalar Britanya ve Avrupa nüfusunun yüzde 70’ten fazlasının Tanrıya inandığını, yüzde 50’den fazlasının ibadet etmeye ihtiyaç duyduğunu ve yüzde 55 ila 60’ının kendisini dindar bir insan olarak tanımladığını göstermektedir. Britanyalıların üçte ikisi günah ve ruh kavramlarına ve yarısından fazlası da Cennetin varlığına inanmaktadır.
Ateistlerin Tanrının varlığı fikrine karşı ileri sürdükleri en güçlü iddialardan biri yeryüzünde birbirleriyle tam olarak aynı değerlere sahip olan ve birbirlerine hoşgörüyle bakan iki dinin bile bulunmamasıdır. Eğer Tanrı var olsaydı, iki ayrı halk nasıl olur da Tanrının belirtilerine ilişkin karşıt görüşler benimserdi? Her dinin farklı ahlâk kuralları olduğu kesinlikle doğrudur, ama neredeyse evrensel olan bazı temel insani değerler vardır.
Batı toplumundaki ahlâk kurallarının dayandığı en önemli ilkelerden biri insan hayatının kutsal sayılmasıdır. Kuşkusuz, hayatın tanımı toplumdan topluma, kültürden kültüre değişebilir, ama böyle bir inancın insana avantaj sağlamış olması büyük olasılıktır.
Kuşkusuz, her din farklı özelliklere sahiptir. Bu, daima, tek bir dinsel doğru bulunduğunu, dolayısıyla da Tanrının var olduğu fikrinin yanlışlığını kanıtlamak için ateistler tarafından öne sürülen iddialardan biri olmuştur.
Sonuç
Belki de gerçekten François Voltaire’in on sekizinci yüzyılda kaleme aldığı ünlü sözlerinde belirttiği gibi “Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek kaçınılmaz olurdu”. Belki de, büyük bir beyne ve bilince sahip olmak insanın savanada çıplak ve savunmasız halde hayatta kalmasını sağlamaya yetmezdi. Muhtemelen daha sonra dilin gelişmesi ve sembollerin kullanılmaya başlamasıyla birlikte insanda manevi duygularla ilgili bir içgüdü ortaya çıktı. Bu içgüdü insanı ölümü anlamaya, ölüleri gömmeye, kendi yaşamını şekillendiren bir güce inanmaya ve kendisini insanların vücudunda ifade eden hayatın kıymetini takdir etmeye itti.

İçgüdüler ve evrim hakkında bilgi sahibi olmak varoluşumuzu ya da varoluş biçimimizi açıklamaya yetmez; bundan adım gibi eminim.
Peki, ama dünyada bu kadar çok kötülük varken, nasıl olur da Tanrı diye bir şey var olabilir? Bu kitabın ilk sayfalarından bu yana gördüğümüz gibi, davranışlarımızın her yönünü etkileyen güçlü içgüdülerimiz olmasına rağmen, her şeyden önce, bir iyilik ve kötülük anlayışına sahibiz. Bu anlayışın en önemli öğesi insanın özgür iradesidir. İnsan neyi ahlaklılık neyi ahlaksızlık olarak göreceği konusunda seçim yapma yeteneğine ve özgürlüğüne sahiptir. Evet, irademizin tamamen özgür olduğunu söyleyemeyeceğimiz enden rastlanan durumlar olabileceğini anlıyorum (örneğin 15. kromozomun kısmen kopyalanması gibi genetik bir problemi olan ya da vahşi çocuklar gibi, büyük yoksunluklar içerisinde yetişen insanların durumu), ama çoğumuzun gözünde, Tanrı vergisi olması muhtemel ve insan doğasının kusursuz özellikleri tarafından biçimlendirilmiş temel bir ahlâk anlayışı mevcuttur. Eğer gerçekten özgür irade diye bir şey varsa, Tanrının varlığının en mantıklı açıklaması, işlerimize karışmıyor olması, daha doğrusu, karışamayacak olmasıdır. Onun bizim eylemlerimize karışması insanların birbirlerine büyük iyilikler ya da büyük kötülükler etme zevkinden yoksun kalması anlamına gelir. Eğer insan gerçekten seçme özgürlüğüne sahipse, Tanrı evreni harekete geçirdikten sonra, kendi varoluşunu nasıl değerlendireceği konusunda karar vermeyi insana bırakmış olmak zorundadır.
Bu yüzden dinin bir amacı vardır. Yararlı ve iyi olabilmesi için dinin ahlaka uyması gereklidir. Ben bu ahlakın da Tanrı vergisi olduğunu, ama insan olgunlaşıp çevresini saran doğayı daha iyi anladıkça değiştiğini düşünüyorum. Bu ahlâk çok önemlidir, çünkü din birlikte, kökleri yaşamın başlangıcına dek uzanan duyguları, öğrenmediğimiz, bize miras kalan duyguları yani içgüdüleri kontrol etmemizi sağlayan bir sistem sunmaktadır.

KAYNAKÇA
İnsan İçgüdüsü-İlkel Dürtülerimiz Modern Yaşamlarımızı Nasıl Biçimlendiriyor? Robert Winston
Özgün Adı: Human Instinct: How our primeval impulses shape our modern lives?
İngilizceden Çeviren: Sinan Köseoğlu
Say Yayınları-Bilim Dizisi/1. Baskı: Say Yayınları, 2010
« Son Düzenleme: Ocak 09, 2011, 04:49:39 öö Gönderen: MASON »
- Sahsima ozel mesaj atmadan once Yonetim Hiyerarsisini izleyerek ilgili yoneticiler ile gorusunuz.
- Masonluk hakkinda ozel mesaj ile bilgi, yardim ve destek sunulmamaktadir.
- Sorunuz ve mesajiniz hangi konuda ise o konudan sorumlu gorevli yada yonetici ile gorusunuz. Sahsim, butun cabalarinizdan sonra gorusmeniz gereken en son kisi olmalidir.
- Sadece hicbir yoneticinin cozemedigi yada forumda asla yazamayacaginiz cok ozel ve onemli konularda sahsima basvurmalisiniz.
- Masonluk ve Masonlar hakkinda bilgi almak ve en onemlisi kisisel yardim konularinda tarafima dogrudan ozel mesaj gonderenler cezalandirilacaktir. Bu konular hakkinda gerekli aciklama forum kurallari ve uyelik sozlesmesinde yeterince acik belirtilmsitir.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
2 Yanıt
16876 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 25, 2008, 05:46:56 öö
Gönderen: Free and Accepted
1 Yanıt
5134 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 29, 2008, 04:37:58 ös
Gönderen: Fraternis
13 Yanıt
11551 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 10, 2011, 06:52:42 ös
Gönderen: sundance
0 Yanıt
6840 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 23, 2009, 10:51:48 öö
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
3089 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 03, 2012, 03:47:48 ös
Gönderen: Isis
1 Yanıt
9230 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 09, 2011, 04:34:33 öö
Gönderen: MASON
10 Yanıt
16971 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 21, 2013, 12:43:15 ös
Gönderen: mengin
2 Yanıt
7268 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 13, 2011, 11:08:46 öö
Gönderen: MASON
2 Yanıt
8691 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 14, 2011, 11:37:52 öö
Gönderen: ceycet
4 Yanıt
28881 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 07, 2011, 08:44:30 ös
Gönderen: AQUA