Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Hermetizme giris merasimleri  (Okunma sayısı 3279 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 05, 2009, 02:41:03 öö
  • Ziyaretçi

Bir sayfada buldum belki ilginizi çeker

Hermetizm’e Giriş Merasimleri

Hermetizm döneminde dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan bir çok insan, bu öğreti ve sırlar hakkında değişik şeyler duyuyor ve Mısır’a akın akın geliyorlardı. Menfis’e vardıklarında ağızları açık kalıyordu. Anıtlar, devasa mezarlar, ve halk şenlikleri onlara Mısır’ın zenginliğini, bolluğunu ve haşmetini göstermeye yetiyordu. Görkemli törenler, kutsal merasimler, müzikler, danslar gündüz ve geceler boyunca sürüyordu.

  Ama bunlar Mısır’ı görmeye gelmiş olan kişinin aradığı şeyler değildi. Onca yolu aşıp buraya, eşyanın yaratılış sırrına nüfuz etme arzusu ve ilim tutkusu ile gelmişti. Çünkü ona Mısır’ın sunaklarında ilahi ilme sahip alimlerin yaşadığı söylenmişti. Teb veya Menfis mabedlerinin kapılarını yabancı işte bu hakikat sırrını öğrenmek için çalmaktaydı.

  Hizmetkarlar onu alıp bir iç avlunun dev sütunlu giriş bölümüne götürmekteydiler. Yanına Başrahip yaklaşmaktaydı. Yüz hatlarındaki haşmet ve sükünet, gizemli bir görünüm arz eden, ama derin bir ışıkla parlayan gözleri, hevesli yabancıyı kaygılandırmaya yetmekteydi. Bakışları onun içine işlemekteydi. Yabancı, kendisinden hiç bir şey saklanamayacak bir kimseyle karşı karşıya bulunduğunu derhal anlamaktaydı. Rahip ona doğum yeri, ailesi ve eğitim gördüğü mabet konusunda çeşitli sorular yöneltmekteydi. Bu kısa sınav sonunda sırlar öğretisine katılmaya layık olmadığı sonucuna varmışsa ona, sessiz fakat kararlı bir hareketle kapıyı göstermekteydi. Ama hevesli yabancıda samimi bir hakikat arzusunun mevcut olduğunu saptamışsa, o zaman ona kendisini izlemesini söylemekteydi.

  Rahip talibi alarak mabedin iç avlularından geçirdikten sonra, kaya içine açılmış ve üstü açık bir geçitten geçirirdi. Burada iki taraflı sfenksler dikiliydi. Bu geçidin sonunda küçük bir ibadethane bulunmaktaydı. Burası yer altında bulunan mezarların girişiydi. Bu mabedin kapısı önünde Osiris’in insan boyunda bir heykeli vardı.

Osiris sükun içinde oturmuş olup, dizleri üzerinde kapalı bir kitap bulunmaktaydı. Yüzünde bir örtü olan heykelin altında şunlar yazılı idi: “Hiçbir ölümlü, benim yüzümün örtüsünü kaldıramamıştır.”

  Baş rahip bu kapıda talibe:

  —Burası gizli ve mukaddes bir yerdir. Şu iki sütuna bak. Kırmızı olanı, ruhun Osiris’in nuruna yükselişini temsil eder. Siyah olanı ise, ruhun madde içinde hapsolunduğuna delalet eder. Bizim ilmimize ve inanışlarımıza talip olan her kim olursa olsun, hayatını tehlikeye koymuş demektir. Zaaf sahibinin ve kötünün elde edeceği şey çıldırma veya ölümdür. Yalnız temiz kalpli olanlar hayat bulurlar. Bu kapıdan nice ihtiyatsız kişi içeriye girmiştir, ama dışarıya canlı çıkamamıştır. Burası öyle bir çukurdur ki, içinden ancak cesur olanlar çıkabilir. Bunun için uğrayacağın

tehlikeleri iyice düşün, cesaret edemiyorsan denemekten vazgeç. Çünkü kapı üzerine kapandıktan sonra, bir daha açılmaz, geri dönüşü yoktur.

  Bu sözleri korku ile dinleyen talip, bütün cesaretini toplayarak, “Hepsine razıyım” deyince, Başrahip onu dış avluya çıkarır, orada duran bir hademeye teslim ederdi. Talip bu mabette bir hafta alıkonur, en sefil işler kendisine gördürülerek gururu sınanır ve okunan duaları dinler, kendisine asla dünya kelamı ettirilmezdi. Bir hafta çilesini burada tamamlardı.

  Bundan sonra iki rahip yardımcısı, talibi alırlar, mukaddes mabedin sırlarını göstermek üzere bir dehlizin önüne bırakırlardı. Artık burada talip, sırlarla dolu bir aleme girişin başındaydı. Bu karanlık dehlizin gerisindeki odanın iki tarafında vücudu insan, başı hayvan olan heykellerle, aslan, boğa, avcı kuşları ve yılan heykelleri dizili idi. Meşale ışıklarının bunları aydınlattığı bu korkunç geçidi bir tek söz söylemeden geçmek lazımdı. Burada ayrıca bir mumya ve insan iskeleti de bulunmaktaydı.

  İki rahip yardımcısı talip duvar içindeki bir deliği gösterirlerdi. Burası o kadar basık bir geçidin girişi idi ki, içeriye ancak yerde sürünerek girmek mümkündü. Rahip yardımcılarından biri:

  —İstersen buradan geri dön. Zira kapı henüz kapanmamıştır. Geri dönebilirsin. Yoluna devam edersen geri gelemezsin! der, talip:

  —Yoluma devam edeceğim! deyince, o zaman eline küçük bir kandil verilirdi. Rahipler derhal mukaddes mabedin kapısını gürültü ile kapatırlardı.

Ölüm İmtihanı

Talip dehlize girmek için yere diz çöküp, emekleyerek içeri girerdi. Bu anda yerin dibinden kulağına bir ses gelirdi. Bu ses şöyle derdi:

  —İlim ve kaderi emel eden deliler burada helak olurlar.

  Ses gelen dehliz öyle bir şekilde yapılmıştı ki, bu ses aralıklarla yedi defa yankılanırdı. Buna rağmen yola devam etmek lazımdı. Bir müddet sonra dehliz genişler, fakat yokuş aşağı inilirdi. Nihayet talip bir deliğe rastgelirdi, bunun içinde aşağılara doğru sarkıtılmış demirden bir merdiven bulunurdu. Talip bu merdivenden aşağılara doğru inince son basamakta karşısına içi katranla dolu, simsiyah, korkunç bir kuyu çıkardı. Elindeki kandille bu ölüm kuyusuna bakar ve titrerdi. Bu kuyunun içine düşüp ölmek vardı. Canını kurtarmak için etrafı gözler, nihayet sol tarafta içinde basamaklar bulunan bir yarık görürdü. Burası onun için kurtuluş yolu idi. Derhal bu basamaklardan yukarı çıkar, katran kuyusundan canını kurtarırdı. Kaya içine

oyulmuş merdivenden döne döne çıktıktan sonra nihayet, tunçtan yapılmış bir kafesin önüne varırdı. Oradan erkek ve kadın heykellerinin bulunduğu bir sofaya çıkardı. Duvar üzerinde iki sıra boyunca işlenmiş nakışlar görülmekteydi. Bu resimlerin hepsi birer sembolik anlama işaret etmekteydi. Salonun bir yüzünde 11, diğer tarafında da yine 11 sembolik resim olup, güzel heykellerin ellerindeki billur fanuslar, bu resimleri aydınlatmaktaydı. Bu mukaddes salonu koruyan “Kutsal Sembol Muhafızı” Rahip Pastofor’du. Rahip, talibi görünce parmaklığı açar, onu güleryüzle karşılardı. Ve kendisine:

  —Birinci çileyi mutlu olarak geçirdiniz... Sizi tebrik ederim, der, adayı salonun ortasına götürerek duvardaki sembolik resimlerin manalarını kısaca izah ederdi. Bu resimlerin herbirinin altında birer harf ve birer sayı vardı. Burada bulunan 22 sembol, ilk 22 batıni sırrın işaretleriydi. Bunlar gizli ilimlerin alfabesiydi. Bu harfler, Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği, kainat sırlarının anahtarı idi.

  Her harf ve sayı, üçlü bir kanuna delalet ederdi. Yani Lahuti alem, akli alem ve cismani alem’de etkileri vardı. Örneğin 1 sayısına karşılık olan A harfi, Lahuti alem’de bütün varlıkların kaynağı olan Mutlak Varlığı; akli alem’de, sayıların birliğini, kaynağını ve sentezini; fiziksel dünya olan cismani alem’de de, bütün varlıkların başı olan ve sonsuzluğa uzanabilen Adem’i (insanı) temsil ediyordu. Allah’a ulaşma sırrı ya da “A” sırrı, elinde asa, başında altın taç, beyaz elbise giymiş olan mabud Osiris’in şekliydi. Beyaz elbise temizliğe ve doğruluğa; asa, amirliğe; altın taç ise göğün nuruna delalet etmekteydi.

Rahip bunları talibe anlayabileceği lisanla açıklardı. Sırları birer birer gereğince izah ederdi. Tacı göstererek:

  —Hakikati meydana çıkarmak ve adaleti icra etmek için Allah’a ulaşan, hürleşen, nefsin boyunduruğundan kurtulan irade, daha dünyada iken ilahi kudrete karşı görevini yerine getirir. Bu, cüzi ruhlara ebedi mükafat ve fani bedenlerin ölümüdür, derdi. Talip hayretle bu açıklamaları dinlerdi. Hakikatlerin ilk parıltılarını görmeye başlardı.

 

  Ateş imtihanı

Bundan sonra rahip bir kapı açar, dar ve uzun bir kubbeye girilir, buradan ilerlerken, karşısına alevler saçan bir cehennem çıkardı. Talibin bu alevler içinden geçmesi lazımdı. Bunun üzerine talip ürpererek; “Ama bu ölüm demek!”diye mırıldanır ve korku ile rehberine bakardı.

O zaman rahip:

  —Oğlum, ölüm ancak gelişmemiş varlıkları dehşete düşürür.. Bir zamanlar ben de bu ateşin üzerinden geçtim... hem de gül bahçesinden geçer gibi, der ve hemen ardından parmaklık kapatılırdı.

Talip, ateşe doğru ilerlerdi. Yaklaşınca görürdü ki, bu alevler, göz boyayıcı birtakım gölgelerden, hayalden ibaretmiş. Ateşin ortasındaki dar yoldan rahatlıkla geçerek bu ikinci çilesini de atlatırdı.

 

 

Su İmtihanı

Üçüncü seyahati ise, su çilesi idi. Talip bu kez gerisindeki ateş odasında yanmakta olan meşalenin aydınlığında, siyah renkli durgun bir sudan geçmek zorundaydı. Bu sınavı da atlatmış olan ve hala ürpertiler içinde bulunan talip, yorgun ve takatsız bir hale gelirdi.

 

  Şehvet İmtihanı

(Burada çok dikkat edelim. Bütün bu kitapçık bu bölüm için yazılmıştır,

dikkat edelim ve bu sınavı geçelim.)

  Bu seyahat tamamlandıktan sonra iki rahip talibin karşısına çıkar, onu karanlık bir mağaraya getirirlerdi. Orada yere yumuşak bir yatak seriliydi. Mağaranın kubbesinde sönük bir tunç fanus asılıydı. Burada talibi kirli elbiselerinden soyup yıkarlardı. Sırtına da ketenden bir elbise giydirirler, üzerine güzel kokular sürerlerdi.

Ve kendisine,

  —Burada rahat et, Baş rahibi bekle, derlerdi.

  Yorgun talip, derhal tatlı bir uykuya dalardı. Biraz sonra mağaranın derinliklerinden nefsinin şehvet arzularını uyandıran müzik sesleri işitirdi. Uzaktan gelen bu müzik sesleri, onun içine tesir ederdi.

Ateşten bir hayalin içine gömülmüş olan talip, gözlerini kapar ve tekrar açtığında ise yatağının biraz ötesinde onu allak bullak eden bir kadın görüntüsü ile karşılaşırdı.

  Karşısındaki erguvan renginde bir tüle bürünmüş, boynunda inci kolyesi olan bir kadındı.Sol elinde güllerle taçlandırılmış bir kadeh tutmakta ve talibe özlemle bakmaktaydı. Bu kadın dişi bir hayvanın tüm güçlerine taş çıkaracak bir cinselliğe sahipti. Alaca karanlıkta gözleri parlamaktaydı. Talip şaşkınlık içinde ayağa fırlar ve ne yapacağını bilemeden ellerini göğsüne bastırıp öylece kalırdı. (Ey talip, haram şehvete paydos! Üniversite’den atılacaksın, dikkat et, buradan geçmeye çalış.)

  Kadın ağır adımlarla yaklaşıp, fısıldayarak şunları söylerdi:

  —Yakışıklı yabancı, benden korkuyor musun? Sana galiplerin ödülü olarak kendimi getirdim, mutluluk kadehini al; yorgunluğunu giderir.

  Talip tereddüt içinde yalpalayıp dururken kadın, sanki yorulmuş gibi, yatağa oturmakta ve yalvaran gözlerle ona bakmaktaydı. Kendisini tenin arzularına, şehvete kaptıranın vay haline! Elini kadının eline sürdüğü ve dudaklarını o kadehde ıslattığı anda iş yolundan çıkmakta ve aday kendini kadın ile birlikte yatakta bulmaktaydı. Şehvete yenik düşmüş ve içtiği sıvının etkisiyle uykuya dalmıştı.

  Uyanınca kendisini yapayalnız ve kaygılar içinde bulmaktaydı. Kasvetli lamba ışığının altında ayakta duran Başrahip ona şöyle seslenmekteydi:

 

İlk çileleri atlatmıştın. Ölüme, ateşe ve suya galip gelmiştin. Fakat kendi nefsine hakim olamadın.. Senki ruhların en yüksek mertebesine sahip olmaya taliptin, Hislerine ait ilk sınavda bile başarısızlığa uğradın ve madde uçurumuna yuvarlandın. Şehvetinin esiri olan kişi karanlıklarda yaşar. Sen, karanlığı nura tercih ettin. Öyleyse karanlıkta kal da gör halini. Karşı karşıya bulunduğun tehlikelerden daha önce sana söz etmiş ve seni uyarmıştım. Hayatını kurtardın, fakat hürriyetini kaybettin.

Bundan böyle bu mabedde hayatının sonuna kadar esir kalacaksın. Kaçarsan öldürüleceksin.

  Bu güzel kadın genç talibin nefsini tecrübe etmek için gönderilmişti. Eğer genç şehvetine galip gelmez, kadınla sevişirse, artık o mabedde ebediyyen esir yaşardı.

  Eğer talip kadını reddederse, kadehi devirip yere dökerse sınavı başarmış olurdu. Bu takdirde ellerinde birer meşale olan 12 rahip gelerek onu alırlar, ilahiler okuyarak Osiris’in bulunduğu salona getirirlerdi. Orada beyaz elbiseler giymiş genç rahipler, yarım daire olmuş beklemekteydi. Pek muhteşem bir şekilde aydınlatılmış olan bu mukaddes salonda, Osiris’in muazzam bir heykeli bulunmaktaydı. Göğsünde altın bir gül, başında 7 kaseli bir taç vardı. Başrahip, erguvani bir elbise giymiş olduğu halde talibi kabul eder, ona sır saklayacağına ve itaatkar olacağına dair yemin ettirirdi. Bundan sonra bu talibi, rahip yardımcısı sıfatıyla tebrik ederdi. Talibin buraya kadar geçirdikleri, kabul merasimiydi, başka bir deyişle giriş sınavıydı, esas üniversite eğitimi bundan sonra başlardı. Böylece talip hakikat ehlinin arasına katılmak üzere ilk adımını atmış olurdu.

 

İkinci Eğitim (İkinci Üniversite)

Bundan sonra talip uzun bir eğitim dönemine başlardı. Bu uzun eğitim döneminde hedefi bilmek değil, olmak’tı. Terk yoluyla güçlenmekti.

  Öğrenciye küçük bir oda tahsis edilirdi. Burada yatar, kalkardı. Öğretmenler tarafından kendisine dersler verilirdi. Bir şehir kadar geniş olan ibadethane

salonlarında ve avlularında dolaşabilirdi. Etrafında piramidler, dikili taşlar göklere yükselmekteydi. Dikili taşların üzerinde hiyeroglif yazıları bulunmaktaydı. Öğrencinin okuduğu dersler insanlık tarihi, mabetler, botanik, tıp, mimari ve mukaddes müzik idi.

  Burası bir üniversite halinde idi. Buraya en zeki, istidatlı adaylar alınır, yüksek dereceli bir eğitime tabi tutulurdu. Medeniyet tarihindeki birçok müsbet ilimler burada meydana getirilmişti. Fizik, kimya, geometri, astronomi pek ileri gitmişti. Doğal olayların kanunları, burada bulunmuştu.

  Hermetizm, bir dinden ziyade bir tefekkür merkezi idi. Allah’ın varlığı ve birliği bu maddi ve manevi eğitim vasıtası ile bilinirdi. Buradaki öğrenciler yalnız öğrenmekle kalmazlardı, araştırmakla da vazifeli idiler. Hepsi birer mütefekkir idi.

 

Onlara göre ilmin terakkisi, hakikatlerin insan ruhunda doğması ile mümkün olabilirdi. Bu ruhun yaratıcı olmasına gayret ettirirlerdi. Bu da uzun bir çalışma sayesinde mümkün olabilirdi.

  Bu öğrencilere öğretmenleri, hiçbir şeyde yardım etmezlerdi. Öğrenciler bu işe şaşarlar, fakat zamanla manasını anlarlardı.

  Öğrencilerden mutlak itaat isterlerdi. Onlara dereceler hakkında bilgi vermezlerdi. Öğretmenlerine bir şey sorarlarsa, “Bekle ve çalış!” derlerdi. Birçok öğrenci şüpheye düşerdi. Buraya geldiklerine pişman olurlar, bu adamların birer sihirbaz olduklarına inanırlardı. Fakat zaman geçtikçe, manevi doğuşlarla gayba ve sırlara vakıf olmaya başlarlardı. Öğrenci, ibadethanenin ve geçirdiği sınavların manasını o zaman anlardı.

  Öğrenci, duvardaki işaretlerin manasını anlamaya çalışırdı. Zamanla kalbinde yeni şeyler doğmaya başlardı. Öğretmenlerinden birine sorardı:

  —Acaba günün birinde, Osiris’in gülünü koklamak, Osiris’in nurunu görmek nasip olacak mı?

Buna cevap olarak şöyle denirdi:

  —Bu bizim elimizde değil. Hakikat verilmez. İnsan, onu kendi nefsinde bulur. Yahut bulamaz. Biz seni zorlamayız. Sen kendi kendine vasıl olmalısın. Kutsal çiçeğin açılmasını zorlama. Onun zamanı gelmişse, birgün olur. Çalış ve yalvar.

  Öğrenci odasına çekilir, böylelikle nice yıllar geçerdi. Düşünür, hakikati bulmaya çalışırdı. O artık Hakk’a teslim olmuş, hakikate kendini vakfetmiş olurdu.

 

Fetih (Açılış)

Günün birinde Başrahip bu öğrencinin yanına gelir: 

—Oğlum! Hakikatın sana açılacağı saat yaklaşıyor. Çünkü sen, kalbinin derinliklerine nüfuz ederek, orada ilahi hayatı buldun. Temiz kalbinle, hakikate aşkınla, terk yolundaki başarın sayesinde bunu hak etmiş durumdasın. Osiris’in nurunu hiçbir kimse, ölüp dirilmeden göremez. Şimdi seni yer altında bir mezara götüreceğiz. Sakın korkma. Çünkü sen, bizdensin! 

Alacakaranlıkta rahipler, ellerinde birer meşale ile, öğrenciyi yeraltında bulunan bir odaya getirirler, orada mermerden yapılmış üstü açık bir lahitin önünde dururlardı. 

Rahip: 

—Hiçbir kimse ölümden kurtulamamıştır. Ölen her ruh, tekrar dirilecektir. Haydi bakalım, diri olarak gir şu mezara, nuru bekle! Bu gece büyük korkunun kapısından geçecek ve tasarruf sahiplerinin eşiğine ulaşacaksın. Öğrenci bu tabuta girdikten sonra, Başrahip elini üzerinde gezdirip onu kutsamaktaydı. Rahipler sessizce oradan çekilip giderlerdi. Odadaki lambayı da söndürürler, her tarafı bir karanlık kaplardı. Bu anda genç öğrencinin kulağına, derinden derine bir cenaze duası gelmekteydi. Mermer tabutun soğukluğu, karanlık, sessizlik ve duanın hüznü onun üzerinde pek acı tesir ederdi. Ölümün ızdıraplı evrelerinin tadını bir bir tatmakta ve sonunda baygın uykuya dalmaktaydı. Tüm hayatına ait sahneler, hayali şeyler olarak gözünün önünden geçmekte, dünyevi şuuru da giderek silikleşmekte ve dağınıklaşmaktaydı. Bedeninin eriyip dağıldığını hissettikçe, varlığının esir olan bölümü de serbestleşmekte ve bir vecd hali meydana gelmekteydi. Biraz sonra karanlığın içinden parlak bir nokta belirirdi. Bu nokta yavaş yavaş yaklaşır, büyür, nihayet üç köşeli bir yıldız belirirdi. Şuaları renk renk idi. Biraz sonra bu yıldız kaybolur, bir güneş görülürdü. Biraz sonra bu nur da silinerek bunun yerine bir gonca görünürdü. Biraz sonra bu gonca gül açardı. Bu beyaz bir güldü, fakat yavaş yavaş kızardığı görülmekteydi. Çok geçmeden, bu gül bir koku bulutu halinde buharlaşmaktaydı. Vecd halindeki aday işte o anda kendini sıcak ve okşayıcı bir nefesin içine gömülmüş halde hissetmekteydi. Şekilden şekle büründükten sonra bu bulut yoğunlaşmakta ve bir insan yüzü görünümüne bürünmekteydi. Bu, genç ve mütebessim bir kadındı. Yüzünde bir örtü bulunmaktaydı. Elinde papirüslerden yapılmış bir kitap vardı. Bu kız tabutta yatan gence yavaş yavaş yaklaşır ve ona derdi ki:

—Ben senin göze görünmez kızkardeşinim. Senin ilahi ruhunum. Elimdeki, senin hayat kitabındır. Yazılı sayfalar senin geçmiş hayatının olayları ile doludur. Boş sayfalara ise gelecek hayatın yazılacaktır. Bir gün, bu sayfaların tümünü gözlerinin önüne sereceğim. Şimdi beni tanıdın. Ne zaman beni çağırırsan, derhal gelirim.

  Birden herşey silinip gitmekteydi. Feci bir ızdırabın ardından öğrenci kendini sanki bir kadavraya girmişcesine bedenine girmiş halde buluvermekteydi. Şuuru tekrar yerine gelirken, sanki eli kolu demir halkalara bağlıydı; başının üzerinde kocaman bir ağırlık oturmaktaydı. Uyandığında çevresinde rahipler, en başta da Başrahip bulunmaktaydı. Genç öğrenciyi ayağa kaldırdıktan sonra, ona bir kadeh teskin edici şerbet içirirdi.

  —İşte tekrar hayata döndün, bizimle birlikte sofraya gel ve bize Osiris’in nuruna yaptığın seyahati anlat, artık bizlerden birisin, der, öğrenciyi yemeğe götürürlerdi.

Beraberce yemek yedikten sonra, Başrahip artık bir rahip yardımcısı olan öğrenciyi alarak öğle vakti mabedin rasathanesine çıkarır, orada kendisine Hermes-Tot’un sırlarını öğretmeye başlardı. Hermes-Tot’un miraca çıkıp, kainatı seyretmesini ve yedi kat göğü gördüğünü anlatırdı. Orada Cenab-ı Hakk’ı gördüğünü bildirirdi.

  Bundan sonra rahip yardımcısı, tam ve hakkıyla hakikat ve Tevhid dinine (İslam’a) girer ve kainatın sırlarını bulmak için araştırmalar yapardı. Din uğruna sarfedilen gayretler, çalışmalar ve zekanın işlemesi, insanlığa yeni şeyler kazandırırdı. İlimlerin ve fenlerin gelişmesi, Allah’ı bulmak için sarfedilen bu vecdi çalışmalar sonucu olmuştur.

  Görüldüğü gibi eski Mısır’da maddi ve manevi ilimler, bir arada ele alınıyordu. Mısır’a giden Yunanlı filozof ve matematikçi Pisagor, bu kutsal ilmi Yunan diyarına getirdi ve kurduğu okulda öğretti. Pisagor’dan sonra maddi ve manevi ilimler, birbirinden koptu. Matematik, fizik, astronomi vs. bilimler, giderek insan ruhundan ayrı olarak ele alınmaya başladılar. Öte yandan Pisagor’un hikmet (felsefe) öğretisi, Sokrat’a ondan Eflatun’a (Platon), ondan da Aristo’ya geçti. Bilindiği gibi Eflatun, bütün Batı felsefesinin babası sayılır. Ancak felsefenin de manevi tarafı, bin yıllar içinde kayboldu.

 


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
7 Yanıt
4333 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 20, 2008, 11:34:25 öö
Gönderen: poyraz06
15 Yanıt
7722 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 31, 2011, 02:21:56 ös
Gönderen: MASON
1 Yanıt
5369 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 11, 2011, 07:55:38 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2598 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 19, 2011, 03:35:56 öö
Gönderen: MASON